9 Ekim 2010 Cumartesi

Türk'ün Ateşle İmtihanı

Guus Hiddink'i nasıl bilirdiniz?

Bana göre dünyanın en iyi teknik adamlarındandır Jose ve Capello ile birlikte.

Bunu bugün, bu saatlerde, 3-0 kaybedilen bir maçınm ertesinde dile getiriyorsam, bu skor karalamacılığı yapmadığımı gösterir.

Guus Baba'nın yüzlerce başarısı vardır. Işık görülemeyen takımlarda meşale yakmışlığı vardır. Özellikle milli takımlar düzeyinde -ki milli takım teknik direktörlüğü ayrı bir olgudur- dünyada ders olarak okutulabilecek bir künyesi vardır. Özellikle 2002 Dünya Kupası'nda yarattığı Güney Kore Milli Takımı hala her futbolseverin aklında olsa gerek. İmkansızlıklar içinde küllerinden doğmayı seven Hiddink'e bizim takım fazla gelmiş olacak ki, kendi kısıtlamak istedi belki de, kimbilir...

Dediğimiz gibi, Guus Baba'nın yüzlerce başarısı vardır, fakat en aklımda kalanı Chelsea'nin başında vekaleten bulunduğu dönemde Barca ile oynadıkları yarı final maçlarında takımına oynattığı ''rakibe göre futbol'' anlayışıdır. Inıesta'nın son dakika gazabına uğramasalar Hiddink bir mucizeye daha imza atacaktı. Chelsea gibi bir takımın başındayken dahi bir mucize yaratma durumu da ayrı bir mucize ya, neyse...

O gün bu savunma anlayışına total futbol cevabı vermişti. ''Alma futbolun ahını, çıkar Iniesta Iniesta'' diyerek Nou Camp'a giden final bileti, aslında Jose Reis'e bir yıl sonrası için Barca'yı nasıl alt edebileceği konusunda sağlam bir fikir de verdi. Nitekim yıldızların yıldız olmaktan uzak olduğu -örneğin Eto'o'nun sağbekten top çıkardığı- bir sistemde Jose, Hiddink'in ramak dediğimiz farkla kaçırdığı başarıyı yakaladı ve teknik direktörlük mesleğinin yeni kralıyım dedi yedi düvele. Daha önce büyüktü, efsaneliği ise Guus abisinin kafasında yaktığı ampule borçludur bi nebze.

O Guus Hiddink Türk Milli Takımı'nın hocası olduğunda, bir milli takım için yapılabilecek en iyi seçimi yaptığımızı düşünmüş ve yıllardır uzak olduğum milli takım sempatizanlığını yeniden yakalamak adına umutlanmıştım. Nitekim ABD'deki hazırlık maçları da düşüncemi destekler nitelikteydi velakin; o zaman için Hiddink'e takımı tanıması için gösterdiğimiz tolerans resmi maçların başlaması dolayısıyla yerini beklentiye bırakmıştı artık.

İlk iki maç da aslında bu hazırlık döneminin devamı niteliğinde geçti rakiplerin zayıflığına istinaden. Kazak Milli Takımı'nın dahi zaman zaman bariz üstünlük kurduğu bir maçı bireysel yetenekle kazanıp Belçika maçında ciddi S.O.S verdik. Ancak tüm bunlar olumlu olamayacağı gibi olumsuz bir ölçü de değildi benim için. Kayıp verilmemesi gereken iki maçı gerektiği gibi atlatmıştık. Futbol olaraksa herkesin kafasındaki sınama maçı şüphesiz ki Almanya maçıydı.

Almanya gibi bir disiplin abidesiyle, üstelik deplasmanda oynuyorsanız, ve hocanız sistem profesörü Hiddink ise Türk bir futbolsever olarak dengeli bir takım beklemek, maç öncesi yapılabilecek en akıllı hareketti. 4-2-3-1 sistemi Arda'nın yokluğuyla büyük yara alacak olsa da kanat forvetlerden birinin Sercan olduğu ve orta sahayı kalabalık tutan bir milli takım, ayağa pas ihtiyacı ve Sercan merkezli kontralar düşünüldüğünde -yine de- umut vermekteydi. Keza bana göre rakibin Schweinsteiger eksikliği ve Khedira'lı orta sahasına iyi bir cevap olabilirdi.

Bilgisayarla vedalaşıp televizyonun başına geçebildiğimde maçın 5. dakikası falandı. Adetimdir maçtan önce çıkacak kadroyu bilmemek. Sistemi ve dizilişi maç içerisinde çözmeyi severim. Dün çözemedim, kendime kızdım. Sonra anladım ki kızılması gereken ben değilmişim.

Hiddink Türk basınını çok takip ediyor olsa gerek, Schuster'in önüne atmak istedi kendini gazete manşetlerinde sanırım. ''Sen Kadıköy'de Deli İbo'yu sağbeke koyarsan ben de Berlin'de Sabri'den solbek yaparım.'' düşüncesi hasıl olsa gerek Sabri'nin mevkisi konusunda. Maicon-Dani Alves ikilisine sahip olmasına rağmen ikisini birden oynatma derdine düşmeyerek birinin yedek kalması gerekliliğini çakoz eden Brezilya Milli Takımı'na saygılar sunmaya kalmadı, top Alman savunmasının soluna geldiğinde Ercan Taner ''Özer'in presi''nden bahsetti. Hadi canım, o kadar da değil...

Aurelio-Nuri-Emre üçlüsüyle daha bir 4-5-1'i andıran diziliş, Aurelio'nun sakatlanmasıyla Selçuk-Necip ikilisinden biriyle kaldığı yerden devam edebilirdi ama Tuncay tercihiyle şimdi 4-2-3-1 olmuştuk. Kime karşı? Bu sistemi dünyada -ofansta ve defansta- en iyi uygulayan takıma karşı. Peki onlar bu sistemde en iyiyken, bizim bocalamamızı sağlayan neydi? Yani aynı sistemi uygulayan iki takım arasında farkı yaratan neydi? Bana sorarsanız forvetin arkasındaki üçlü...

Defansı ve ön liberolarıyla Ömer Erdoğan'a rağmen bizden hiçbir artısı olmayan Almanya'nın taktik tahtasındaki Podolski-Mesut-Müller hattıyla aynı işi yapmasını beklediğimiz üçlü, Hamit-Tuncay-Özer olmuştu. Bu dizilişle ancak, nasıl çıkarsak çıkalım kazanacağımız bir maçı kazandırabilirdi bize bu üçlü. Vardır Guus'un bildiği diyebilmek isterdim ancak, bildiğiyle ters düştüğünü gördüm yaşlı kurdun. Gözlerim Mustafa Hoca'yı aradı kenarda. Kanat oyuncularının içeri doğru katetmesine imkan sağlamak için ters kanada monte etme gibi bir sistemle Beşiktaş'ı çifte kupa şampiyonluğuna taşımış Büyük Mustafa bile bu kadarını yapamazdı. 4-3-3'ün mucidi Hollanda futbolunun bağrından kopup gelmiş Hiddink ise fevkalade bir sağ iç olabilecek Hamit'i sol kenarda, aynı ayarda bir sol iç olabilecek Nuri'yi ön liberoda kullanmayı, ilerideki organizasyonu ise ''uzun boylu olmakla duvar santrafor olunmaz.'' sözünün ispati Halil, futbol hayatının en bitik günlerini yaşayan Tuncay ve çıplak gözle kaç maçını izlediğini merak ettiğim Özer'e bırakmıştı. Arda'nın yokluğundan dolayı Tuncay hamlesini bir nebze anlayabilsem de bence ileri uç için doğru üçlü Mevlüt-Semih-Sercan, ya da benzeri bir kombinasyondu.

Dün akşamki maç Hiddink'in büyük hoca olduğu gerçeğini değiştirmedi bende, ancak dokunun tutup tutmayacağıyla ilgili ciddi soru işaretleri bıraktı. Beşiktaş'ta Tayfur'dan beklediğimiz uyandırma sistemini milli takım için yapacak bir hayırsever çıkmazsa 2012 de tarafsız izleyeceğimiz bir turnuva olacak sanki. Oğuz Çetin'i saymıyorum bile, çünkü dünkü kadronun daha çok onun eseri olduğu fikrindeyim. Futbolun takım oyunu olmasından mütevellit futbol klişelerinin uzağında olmak isterim hep, lakin Volkan, Ömer, Halil, hatta zaman zaman Emre ısrarından soyutlanmış bir milli takım diliyorum bundan sonrası için. Mesut'u ıslıklayan Türk seyircisine de ufak bir not düşmek gerekirse, kendilerini verdikleri enternasyonel milliyetçilik dersinden dolayı kutluyorum (!)

Buraya kadar tarafsız gitti yazı gidebildiğince. Ama ben hayatta hiç tarafsız olmadım, hep Beşiktaş'ın tarafından baktım. Yazının finali de milli maçın analizini Beşiktaş penceresinden yapmaya çalıştığım, Forza'da dün gecenin sıcaklığıyla paylaştığım siyah beyaz kıssalardan oluşsun sizce de mahsuru yoksa.

Kimse bana bu yazımdan dolayı milliyetçilik mavraları falan okumasın arkadaş...

-Sabri şu memlekette solbek pozisyonunda en kötü solbekten daha kötü solbektir. Buna karşılık Türkiye'nin en formda ve dönüşümlü olarak en fazla forma şansı bulan solbekleri (İsmail'i form durumu olarak ayrı tutsak da) İbrahim ve İsmail kadroda yoklar. Müller'in kaç kez geldiğini bir yere kadar sayabildim, sonra bıraktım.

-Sırf 'şampiyon takımın kaptanı milli formayı giysin' diye milli takıma alınan Ömer Erdoğan'ın ikinci baharının Bursaspor'la sınırlı kaldığını gördük, geçmiş olsun. Toraman'ın ölüsü bin tane Ömer, 500 tane Servet ederken bu defansla çıkarsan Berlin'de herşey müstehak. Hatırlatmak isterim; 15 yıl Beşiktaş forması giyip kaptanlığını yapmış olan Samet Aybaba'ya milli olma onuru bir kez dahi, sembolik olarak dahi yaşatılmamıştır. Ömer Erdoğan? Geçiniz...

-Hiddink Özer'in kaç maçını izledi de Almanya gibi bir deplasman maçında ilk 11'de başlattı? Bugün Özer yerine Nihat aynı futbolu oynasa ''Takımında şans bulamayan adam milli takımda nasıl elini kolunu sallayarak şans buluyor?'' diyecek olan basın bu konuda ne diyecek?

-Türk Milli Takımı'nı desteklemeye giden taraftarlar... Yıllar boyunca elinize geçebilen ve geçebilecek sınırlı fırsatlardan birini yakalamış, milli takıma olan hasretinizi gideriyorsunuz. Hasretle haseti niye birbirinden ayırmıyorsunuz? Barnebau'ya Madrid formasıyla ayak basabilecek daha kaç Türk asıllı futbolcu göreceksiniz ki Mesut'u yuhluyorsunuz? Türk Milli Takımı'nı seçip de Emre'nin, Arda'nın arkasında yedek oturur muyum diye mi düşünseydi o kalibrede bir adam? Adam futboluyla verdi cevabını. Hayırlı olsun, helal olsun.

-Volkan dallamasının yediği üçüncü golü (önce hatalı degaj, sonra bacak arası) Hakan ya da Cenk yese bugün vatan hainiydi, farkındayız.

Sözün özü, bu zihniyet devam ettikçe milli maçlar benim için haftasonu Beşiktaş maçı izlememi engelleyen bir parazitten öteye geçmeyecektir. İnsanları milli takımlarından soğutan düzenin dümeninde oturanlara selam eder, Almanya'nın siyah şort-beyaz forma kombinasyonuna sevgiler sunarız.

Benim milli takımım da Beşiktaş arkadaş.

Hadi hayırlı işler.

Guus Baba'ya selam, Bakü'ye devam.

Millî Takım'ı Oğuz Çetin mi Yönetiyor?





Hani ilk başlarda "Oğuz'dan bilgi alması olağan" dedik. Sonra "ulan bildiğin Oğuz'un yani Fatih Terim'in kadrosu bunlar" dedik. "O-guus Hiddink" falan. Şimdi olay öyle bir noktaya geldi ki bunların hepsi "geyik" oldu. Hani başta mantıklı gelir de herkes öyle konuşmaya başlayınca insan kendi düşüncesinden soğur, vazgeçer falan. Bana da öyle olmuştu açıkcası. Koskoca Hiddink, Oğuz'un tercihlerine göre mi kadro belirleyecekti. Ayrıca Uğur Meleke'nin bu konuda bir yazısı vardı. Buradan okuyabilirsiniz konuyla alakalı. "Yarışmacı-Eğitimci" çatışmasının ortasında kalmış olması muhtemel. Ancak eğitimlere de tez vakit başlaması yararına olur. Yoksa bir anda her şeyi silmeyelim ayağına iyice uzaklaşacak.

Aynı konuyla alakalı Sinan Bolat'ın açıklaması var.

"Ülkemi çok seviyorum ama Oğuz Çetin olduğu sürece Ay-Yıldızlı milli takıma hizmet etmem çok zor. Ben burada her hafta en iyi 11'deyim. Ama Milli Takım'da 4'üncü kaleci bile olamadım."

Eğer ki Sinan Bolat'ın Millî Takım'a alınmama sebebi gerçekten Oğuz Çetin ise, vay Hiddink'in haline, vay Federasyon'un haline. Yazık oluyor beyler size.

8 Ekim 2010 Cuma

Auf Wiedersehen


Yıllardır Almanya'da, Olimpiyat Stadında taraftar avantajını elde ettiğimiz her maçta maçın bitimine yakın, stadı terkeden Almanlara "Auf Wiedersehen" diyerek dalga geçerdik. Durum 3-0 olduğunda bizim taraftarlarımız giderken, Almanların ağzındaydı bu sözler. "Hoşçakalın" diyerek yolluyorlardı bizimkileri. Yıllardır bekledikleri andı bu ve bizimkiler hiç bir şey yapamadan yenilmişti.

Türk futbolu, yaratıcı isimlerini o kadar hızlı kaybediyor ki, eli ayağı düzgün her takıma karşı sahada hiç bir şey yapamadan kaybetmeye başladık. Dahası, yeni yapılanmaya giden Belçika karşısında da kaos futbolu ile yine durumu kurtardık ama olayın aslı şu: Arda Turan'sız hiç bir şeyiz. Hiç bir şey. Üstüne, Arda Turan'ı iliğine kemiğine kadar sömürmek konusunda üstümüze yok. Arda'yı geçtim, Alman Milli Takımı'nda oynayan Mesut'u da sömüreceğiz. Şöyle 15 gün bir takımla maça çıksın, antremanda bulunsun, perişan ederiz. 30 tane buluruz bu ligde.

Oyuna gelmeye de gerek yok. 1 tane yaratıcı oyuncumuz olmadığı için, Halil ile yakaladığımız 1.5 pozisyonu atamayınca maçı kaybettik. Almanlar, rölantide oynayarak 3 tane attı. Maçın çoğu bölümünde, normalde karambolün olması gereken yerlerde yürüye yürüye atak yaptılar. Zorlayamadık. Çünkü, yaratıcılık yoktu. Fiziksel mücadelede de ezildik. Bir mevkii de 40 tane adamımız olduğu iddiasına rağmen, 35'lik Aurelio çıkınca orta saha iyice peynir oldu ve yerine bir tane de adam yok.

Biz, Arda'yı ülkece yiyoruz. Mesut'u da ısırmaya kalkacağız, kalkıyoruz ama Almanlar yedirmez. Real Madrid yedirmez. Dahası, Arda'ya saha dışında olanları, bugün Nuri'ye yapılan eleştirileri, Almanlar karşısında oynanan oyunu gördükten sonra yetenekli gurbetçilerimizi kaybetmek, işte asıl kaybımız o olur.

Mesut Özil'i izlemek büyük bir keyif. Zekâsını kullanması, bu kadar basit ve güzel oynaması mükemmel. Ayağından aşağıya çekmek yerine, yukarı doğru itildiğinde neler olunabilineceğinin göstergesi.

Komedi Dükkanı || Zayıf Nokta Meselesi



Nasıl bir pratikliktir, nasıl bir zekâdır. Muhteşem. Hem de Fenerbahçe - Galatasaray meselesi üzerine...

7 Ekim 2010 Perşembe

Almanlardan Mesut Özil Çıkınca Geriye Kalanlar


Şaşkınlık içerisindeyim. Dünya 3.sü, Avrupa 2.si ile oynuyoruz. Maça 24 saatten az kalmış. Bir tane teknik analiz konuşan yok ekranlarda. Konuşulan şey, Mesut Özil ve O'nun durumunun yarattığı kombinasyonlar üzerinden fanteziler. Eminim Löw, Schweinsteiger'sizlikte takımının üzerine konuşulmasını istemese bu kadar şanslı olamazdı. Çünkü, takımının en önemli adamı yok. Mesut'tan da önemli bir adamı yok. Ama konuşanı da yok ekranlarda. Belki, Almanya'yı bilmediklerindendir. (!)

Almanya, hep "disiplin" takımı olarak nitelendirilir. İtalya, Hollanda, Brezilya disiplinden uzaktır sanki. Disiplin değildir temelleri. "İstikrar"dır. "Gelenek"tir. Alman Milli Takımı oyuncuları, kendisinden önce forma giymiş isimlerin başarılarını devam ettirmek veya tekrarlamak için oynarlar. Bu yüzden de kadrolarında "takımlarında istikrar" kazanmış isimler seçilir. Tahmin edebildiğiniz ve bildiğiniz üzere kalecileri de iyidir.

Sistemleri 4-1-1-3-1 şeklinde nitelendirilebilir. Aslında rakamların tam olarak ifade edebildiği bir sistemleri yok. En azından benim için. 4'lü savunma, önlerinde Khedira, yanında veya 1 adım önünde Schweinsteiger, bu 2'linin önünde hücum ve bu orta saha hattı arasında doğrudan iletim hattı Mesut, sağında Müller, solunda Podolski, tek santrafor olarak da Klose. 3'ün 2'si kanat oyuncusu olmaktan daha çok içeri driplingler ile delicilik yeteneğini kullanarak oynarlar. Müller ve Podolski 2'lisi rakipleri için ters kanattan gelişen ataklarda inanılmaz derecede gol tehditi olmaktadır. Ters kanattaki "bek"in uyuması, kademeye girmesi, önünde bulunan adamın yardımına gelmemesi bu 2'linin ekmeğine yağ, bal sürmektedir.

Savunmaları haliyle sağlam. Mertesacker boy avantajının yanı sıra yerden de iyi. Beklerin birisi kesinlikle Lahm olurken, Badstuber - Boateng ikilisi maça göre değişmekte. Bu sene Badstuber'in özellikle her maçta stoper oynamasını düşününce Badstuber stoper olarak bile başlayabilir. Jansen ve Lahm kanatları ile saldırmalarının yanı sıra, Badstuber'in sol bek oynaması ve Westermann'ın stoper olması ihtimalleri de var. Tamamen Löw'ün beklemek veya saldırarak oynamak üzerine fikrine bağlı durum.

Almanların en büyük sorunu Bastian Schweinsteiger. Khedira ve Mesut arası bağlantı olmasının yanı sıra Mesut'un kaybolduğu anlarda kendisi bu işi yapıyor. Yerine Toni Kroos veya Müller 2'lisinden birisi oynayacak. Müller'in kanada yakın oynamaması bizim için çok iyi. Kroos'un oynaması ise Müller'in kanada kayması yüzünden sıkıntı. Kroos'un iyi Leverkusen performansı yüzünden de Münih'e geri dönmesi, Kroos'un o bölgede oynamasını güçlendiriyor. Grosskreutz'ün hastalığı da sanki bize 2.şans. Dortmund'da oldukça iyilerdi Nuri ile. O bölgeyi bizim kalabalık tutup, Schweinsteiger'sizliklerini hissettirmemiz oldukça önemli. Müller, biz Mesut'u düşünürken, bizim sol bekte oynatacağımız isime göre maçın adamı olup, çıkabilir. Ne oluyor demeden 2 tane atabilir bize. Çünkü, dikine kat ederken bunu çizgiye değil, ceza sahasına doğru yapıyor. Etkili yapıyor. Hızlı ve çabuk.

Hücumu zaten yazmıyorum. Oldukça iyiler. Bekleyip, topu kaparak hızlı çıkmaları harika bir silah. İngiltere ve Arjantin'i bu şekilde perişan ettiler. Ağır savunmalara karşı bunu harika uyguluyorlar ki, Servet - Ömer yerine Servet - Toraman hattı göbekte bize avantaj sağlayabilir. Tahmin edebileceğiniz üzere hava topunda da harikalar. Bizim de "en efsanevi" yanımızdır burası da. Bunun dışında, Müller - Podolski - Mesut - Klose 4'lüsü etrafında dönen harika hücum setleri var. Bunlara karşı uyanık olabilmemiz, alan bırakmamamız önemli. İngiltere'ye attıkları 2.gol bu setlerin gösterisi anlamında adeta bir gövde gösterisi.

Kısacası, Almanlar öyle Mesut hangi marşı söyleyecek, golden sonra sevinecek mi gibi gereksiz ve aptalca tartışmaların ardında kalacak bir ekip değil. İngilizleri ve Arjantin'lileri 4'lemiş bir ekip. 4 senedir maç kaybettiklerinde kupa kaybeden bir ekip. Savunmaları erken açarlarsa hiç acımadan farka gidiyorlar. Bunu da bekleyerek yapıyorlar. 10'ar, 15'er dakika arayla goller bulup 4-5 yapıyorlar. Sıkıntıya düştükleri durum ise, pek yok. İspanya karşısında doğal olarak zorlandılar. Gana maçında ise rakibin inanılmaz hareketliliğine karşı gelemediler ama 1-0 kazanmayı başardılar.

Kalabalık orta saha ile oynayıp, kontralarda etkili olabilecek bir santraforla oynamak iyi olabilir. Topu ayağında tutacak orta saha adamları ile mümkün olduğunca topları doğru kullanabilmeliyiz. Beraberlik ile ayrılmayı başarı saymalıyız. Çünkü Almanlar, İspanyollar ile beraber yakın zamanın en iyi 2 takımından birisi. Oynayacağımız takım, gelecek 4 ila 6 senenin içerisinde sürekli olarak en az yarı final görebilecek bir ekip. Yani, sadece Mesut değil.

Schuster'den Mal Beyanı




Son zamanlarda yoğunluktan blogu geçtim spor haberlerini bile göremez oldum. Bu akşam biraz vakit bulunca öyle bir tarıyordum ki Beşiktaş'ta gündem bu olmuş.

İki senaryo var. Ya iddia edildiği gibi Schuster basın mensuplarına dönüp "ipne basın bunu da yazın" ayarı vermiş, ya da "o anı" yakalayan objektifler altına metin olarak bunu demişler. İlk yazdığım senaryo doğruysa ellerine sağlık dayı'nın. Sevgim kat kat artar. Tabii ki insan olarak oradaki basın mensubu arkadaşlar görevlerini yapmaya çalış-... amaan. Ayarı vermiş işte dayı. "Öyle başlık atan kaleme böyle hareket çekilir" der geçerim. Diğer senaryo da basına yakışır zaten ki bence %51 ile öndedir. Bu arada taraftara hocayı antipatik göstermek için yanlış zamanlama olmuş. İnanıyoruz ki -geçenlerde Doruk'un da yazdığı üzere- "Güneşin Zaptı Yakın". Hadi canım hadi.

Dayı'cığım eline sağlık. Öptüm. Bye.

Türk İmzasından Kurtulamayan Yabancı Spor İsimleri


Bazı isimler veya takımlar vardır. Bizle oynamadan önce sıradan bir isimden veya bildiğimizden başka bir anlamı yoktur. Ama bir Türk takımı ile oynadıktan sonra, o 90 dakika, 120 dakika veya penaltılardan sonra bizim için özeldir onlar. Onlar için ise hayatlarının en unutmak isteyecekleri veya en unutamayacakları "an"larını yaşayarak "özel" olurlar. Akıllarına, bırakın akıllarını, milyarlarca olasılığın oluştuğu o paralel evrenlerin bile yakınına uğramaz o anlar. Aklıma gelen isimleri yazayım. Unuttuğum olursa siz de ekleyin.

Arsene Wenger: Hayatında Galatasaray'lılardan ne çektiğini ondan başkası bilemez. Anlayamaz. Sanki Galatasaray, O'nun için konulmuş bir engel. Altyapılardan mükemmel yetenekler çıkartsa da, namağlup şampiyon olsa da, yok. Bela. Önce Prekazi'nin füzesine maruz kaldı. Denizli'nin ifadesiyle; "Prekazi vurdu. Vurmadı." Çeyrek finalde elendi o zaman. 2000 oldu. Finale geldi. Rakibi 10 kişi kaldı. Stoperinin omzu çıktı. Henry işi bitirecekken bu kez Taffarel vardı. Penaltılarla bir final daha kaybetti. Tam 1 sene sonra hazırlık maçında as kadrosu ile yine Galatasaray adı altında çalışmış Hikmet Karaman'dan, Kocaeli'nden 4 yedi. Finale yine çıktı. Bu kez geleceğin Galatasaray Teknik Direktörü'ne kupayı verdi. Bir Drogba, bir de Galatasaray. Arsene'in hayatındaki 2 ömür törpüsü.

Manchester United & Sir Alex Ferguson: Yok yok. Sir, ömrü hayatında böyle bir şey yaşamadı. Tamam o kadar sene şampiyon olamamışlığı var. Kupa görememişliği var. Ama böylesini görmedi. 20 Ekim 1993'te, 10 dakikada 2-0 öne geçtiği maçta, hem de yakın zaman önce İngiliz'lerin 8 tane attığı Türk Milli Takımını hatırlayınca, "son dakikalarda beraberliği kurtardığına sevineceksin" deselerdi, ağzındaki sakızı atardı karşısındakine. Yetmedi, rövanşında gol bile atamadı. Cantona maçı bitiremedi. Şampiyonlar Ligine gidemedi. Rakibi Fenerbahçe oldu 40 sene evinde maç kaybetmeme rekorunu kaybetti. Rakibi Beşiktaş oldu. Kendi sahasında yine yıllarca yenilmemezlik serisi suya düştü. Tamam arada fena tokatladı ama Türkler onun için de bir bela.

Milan: Koskoca İtalyan devini şamar oğlanı yapmıştık zamanında. Her sene eşleşip, dışarıda berabere kalıp, içeride istisnasız yeniyorduk sanki. 99-00 sezonunda 86.dakikaya 2-1 önde girip, 90.dakikada 3-2 mağlup duruma düşmeleri ve elenmeleri, 1 sene sonra Hagi'nin Dida'ya imzası derken, Terim'in Fio'yu çalıştırması döneminde mütemadiyen 4'lemeleri felan. Bizim ligin bir takımıydı işte Milan.

Oliver Kahn: Bursa'da yediği golün tarifi yok. Yazsak buraya golün gelişimini ve golü yiyen Oliver Kahn desek, "Oktoberfest'te çok mu içtin brüder" derler ve giderler. Ama yedi o golü işte. Kankası da Van der Sar'dır.

de Wilde: Kendisini bir Türk televizyonuna, bir Türk radyosuna, Türk gazetecisine konuşurken göremezsiniz. Kendisinin ailesine küfür etmeniz, Hakan Şükür demenizden daha az hakarettir. Türkiye - Belçika maçı derseniz, "bırakın konuşmayı, görüşmek istemiyorum" dedikten sonra kaçıp gidebilir. Hakan Şükür'ün o golünden sonra Milli Takımı bırakmıştı De Wilde. Ömrü hep o gol ile geçecek.

San Marino Milli Takımı: Lihtenştayn (normal yazılışına uğraşamadım) Lüksemburg gibi takımlar ben daha el kadarken Milli Takımımızın "şanlı zaferlerinin" garantisi idi. San Marino vardı bir de. Adı daha havalıydı. Zor yeneriz derdim ismini her duyduğumda. 28 Ekim 1992 tarihinde, şanlı San Marino futbol takımı Milli maçlardaki ilk golünü bize attı. Evet o şeref bizim. Dahası da var. Bu takımın ilk puanı da bize kısmet olmuş, ilk gol yemeden bitirdiği maçı bize karşı yaşamıştır. 0-0 berabere kalarak ilk puanını almıştır. Dahası bu maçta görev yapan bandoları, ordularının yarısı idi. Bu kayıba rağmen San Marino'yu almayışımız da önemlidir.

Petr Cech: Çekler özel maç için İzmir'e gelmişlerdi. 1-0 öndelerdi. Dakika 86'yı gösteriyordu. Maç 93.dakikada bittiğinde ise skor Türkiye 2 - 1 Çek Cumhuriyeti idi. Özel maçta da olsa Cech gibi bir kaleci için kötü bir andı. Ama bu hiçbir şey idi. 2008'de 2-0 öne geçtikleri, Jan Polak'ın çizgiden topu kaleye itemediği andan itibaren kalelerine adeta Tsunami gibi gelen akınlara Çekler değil, Cech değil, eldiveni bile dayanamadı. Yine dakika 86 idi. Yine tek farkla öndeydiler. Yine maç bittiğinde skor tek farkla mağlubiyetleri yönünde idi. Koskoca Cech, elinde top tutamaz hale gelmişti.

Dejan Bodiroga: Hep futbol oldu. Bu basketbol adamı da olmalı. İflahımızı sömürdü. İliğimizi kuruttu bu adam. Efes'e karşı oynardı. Tek başına maçı alırdı. Millilerimize karşı oynardı, tam bitirdik derken efsanevi bir üçlük ile maçı tekrar çevirirdi. Basketbolu bırakana kadar, asla karşılık veremedik. O hep attı. Karşılık verdik. Yine attı. Karşılık veremedik. Ulan Bodiroga !

David Beckham: Adamın ilk resmi golü Galatasaray'a deniyor. Düşünün artık. Koskoca Beckham. Bir zamanın sağ ayak tanrısı. Penaltı noktasına direk dikseniz bir senede 10 gol attırabilecek ismi. Ama O'nun asıl olayı, o kaçırdığı penaltıdır. O penaltıdan sonra ayak kayması yüzünden yine penaltı kaçırmıştır. Penaltılar kaçmıştır. Alpay ile kavga etmiştir. Alpay'ın İngiltere'den aforoz edilmesine sebep olmuştur. Rıdvan Dilmen ile beraber reklamda bile oynamıştır ama neyse.

Alman Taraftarlar: Jens Lehmann'sınız. Avrupa Şampiyonu olmuşsunuz. 80000 kişilik bir stadınız var. Güvenlik gerekçesi ile felan 75000. Uefa Kupası'nda çeyrek finale çıkma maçına çıkıyorsunuz. Her sene kombine satışı rekoru kırmak gibi bir ünvanınız var. Avrupa'nın en gıpta ile izlenen taraftarı sizde. Sahaya bir çıkıyorsunuz statta 50000 taraftar var. Ama deplasmana gelmiş takımın taraftarının sayısı 50000. Kendi taraftarınızın sesi çıkmıyor. Çıkamıyor. Kendi sahanızda yuhalanıyorsunuz. Dakika 70 olmuş, "auf wiedersehen" diye rakip takım taraftarı dalga geçiyor. Hem de sizin sahanızda. Hem de sizin takımınızın maçında. Koskoca stadın girişindeki tabelanın üstünü "Ali Sami Yen Stadyumu" diye bir pankart ile kapatıyorlar üstüne üstlük. 4 sene sonra bu kez, 2 stadınızda 2 Türk takımı maçlar yapıyor. Full dolduruyorlar. Schalke Arena da bu imzaya katılıyor. Hazırlık maçı yapıyorsunuz Türkler ile yine onların sesi çıkıyor. Berlin Olimpiyat Stadını yeniden yapıyorsun. Hertha Berlin olarak hayati bir maça çıkıyorsun, rakip takım tribünleri ele geçirmiş. Her taraftan "auf wiedersehen". 2012 elemesi için maça çıkacaksın, yine rakibin sahayı ele geçirmiş. Hayatlarında böyle bir şeyi daha görmemişlerdir zaten. Göremezler de...

Pletikosa: Bu adam bizim için hep şuydu; Trazbon'da rota Pletikosa. Her sene gelmezdi. Haberi bile yoktu belki de. Bizim için Hırvat kaleci denilen şey Runjeee Runjeee idi. Pletikosa yine umurumuzda değildi. Ta ki, 122.dakikada Semiiiih x 8 'e kadar. Hala inanamıyor. Hala 5 saniye sonra Almanlar ile yarı final oynamanın sevinci ile orta sahaya koşturacakken, topu ağlardan çıkartmasına, topun kalenin içinden çıkmasına hala inanamıyor. Gidip Rüştü'yü yalandan nasıl teselli etsem, ne desem, hangi dilde söylesem, düdük çalınca yarı finaldeyiz ne yapsam düşüncesindeyken, o gol.

Neyse işte böyle. Aklıma bunlar geldi.

6 Ekim 2010 Çarşamba

Arda Turan'ın Osteitis Pubis'i


Anlayacağımız dilde ifadesi kasık bölgesinde meydana gelen bir sakatlık. Erkeklerde kadınlara oranla 5 kat kadar daha fazla görülebilen bir sakatlık aynı zamanda. Ana maddeler halinde "ne durumlarda" meydana geldiği söyleniyor. Fiziksel yapı, futbolcunun ayağının içine doğru basması gibi nedenler var. Ama tahmin edebileceğiniz üzere asıl nedeni, fazla kuvvet çalışması yapmayan, güçsüz, zayıf bacaklar.

Vücudun ani hareket yapması nedeniyle kasık bölgesinde meydana gelen sakatlanmalar olarak ifade ederse ani bir dönüş, kasığın esnekliğini kullanmaya çalışmak, mesela zıplamak, bu sakatlığın ortaya çıkma sebebi olabiliyor. Aynı zamanda da çok sinsi, alçak bir sakatlık. Düz koşu yaptırabiliyor. Ağrı hissettirmeden tempo ile koşuya izin veriyor. Antremanlarda yapılan sıçrama, ani durma ve dönmelerde ise birden hissettiriyor kendisini. Antremanlardan hatta maçlardan sonra ağrıların üzerine 1-2 gün dinlenme ağrıları geçirse de hatta düz koşularda hissettirmese de ilk kasık zorlamasında orada olduğunu gösteriyor.

Anlayacağımız dille söyleyelim; Arda Turan, 4 hafta boyunca yaşadığı bilek sakatlığının üzerine güçsüz bir ayak yapısı ile beraber Ulusal Takım'a gidip, "o sahada ölen şehit olacaktır" şeklindeki Fatih Terim mantığı ile yardırınca, bu kez kasığından sakatlandı. Galatasaray'da fizyoterapistler eşliğinde tek başına çalışırken, Almanya'da 3-4 kişiyi çalımlaya başlayınca normal. Bu kez 6 hafta yok deniyor. Tedavinin seyrinin ameliyat veya ilaç şeklinde olması durumunda süre değişebilir.

Grubun 5. ve 6. maçına yetişir yani Oğuz Çetin ve Hiddink. Sakat olsa da siz çağırın ya. Lütfen. Sezonu kapatmadan bırakmayın.

Aklıma geldi. Karabükspor maçının devre arasında kasığında ağrı hisseden Neill oyuna devam etmedi. Milli Takım'a da gitmedi. Kafası çalışan adam başka. Maçı kaybettik ama Neill kendisini kaybetmiyor.

5 Ekim 2010 Salı

Biraz Saygı, Biraz Onur, Biraz Şeref


Bir insanın babasını kaybetmesi. Yaşamadım. İnşallah uzun bir süre de yaşamam. Kimse de yaşamasa keşke. Sevgilim, canım, herşeyim bunu yaşadı. 4 sene oldu. Düşünün, 4 sene onunla beraber her mezarlığa gidişimde gücüne, yaşamına, dik durmasına saygı duyuyorum ve bu sürede hep bir anlık kendimi onun yerine koyuyorum. Koyamıyorum bile. Hemen düşüncemi siliyorum. Bir evlat için baba yahu.

Frank Rijkaard. Bir babası var. Herman Rijkaard. Doğum gününü kutluyor. Akşam bu mutlulukla uyuyor. Ertesi gün oluyor. Babası ölüyor. Bu işte hayat. Bu kadar. Sen doğuyorsun, o ölüyor. O ne yapıyor? Babasının yanına gitmiyor. O gitmiyor. En uzun deplasman yoluna gidiyor. 5.5 saat otobüsle gidiyor. 5.5 saat de geri dönüşü. Geliyor. Sabri'nin, Serdar'ın, Serkan'ın, onun bunun peşinden gidiyor. Servet efendinin şahsi tribini çekmesine rağmen, üstüne bunun sorulmasına rağmen o hala futbolcuyu oynatma derdinde. Galatasaray'lı yedek futbolcular ne yapıyor ? Saha içerisinde eğleniyorlar. Eğleniyorlar. Kulaklarına vuruyorlar birbirlerinin. "Ahaha ne yapsınlar canım ağıt mı yaksınlar?" diyenler, biraz insaf. Başınıza bu gelse, o ortamda ne kadar durabilirsiniz? Arkadaşlarınız, çalışanlarınız aynı çatı altında böyle eğlense ne yaparsınız? Üstüne ertesi gün Cumartesi saat 10.00'da Galatasaray idmanına çıkıyor. Takımla koşuyor. Elinde o plastikler, takıma bir şeyler yaptırma derdinde. Yahu adamın babası ölmüş, hala takım için elinde o plastik zımbırtılar var ya. Üstünde Galatasaray eşofmanları. İnsan olan, biraz duygusu olan, Galatasaray'dan hatta Rijkaard'dan en çok nefret eden adam bile bu duruma üzülür, "hocam sen git, biz Neeskens ile çalışırız" felan der. Gerçi, onu diyecek karakter bir gün önce sahada bir şeyler yapmaya çalışır da, neyse...

Bunları yapanlar da, Adnan Polat'ın "karakteri bize uymuyor" diye yolladığı Abdel Kader Keita'nın yerine gelen yerli alternatifler.

Ne desek boş. Cemal Süreya ustanın mısralarını yazayım ben Ali Ece'nin dediği gibi. Git Mr.Rijkaard. Seni seven bizler için git, kendin için git. Kurtar kendini...

Sizin hiç babanız öldü mü?
Benim bir kere öldü kör oldum
Yıkadılar aldılar götürdüler
Babamdan ummazdım bunu kör oldum
Siz hiç hamama gittiniz mi?
Ben gittim lambanın biri söndü
Gözümün biri söndü kör oldum
Tepede bir gökyüzü vardı yuvarlak
Söylelemesine maviydi kör oldum
Taşlara gelince hamam taşlarına
Taşlar pırıl pırıldı ayna gibiydi
Taşlarda yüzümün yarısını gördüm
Bir şey gibiydi bir şey gibi kötü
Yüzümden ummazdım bunu kör oldum
Siz hiç sabunluyken ağladınız mı?
İlgili Video için; http://www.ligtv.com.tr/VideoHaber/?r=1&hid=79585

Var Bu İşte Bir Bit Yeniği


Arda Turan, Hakan Balta, Sabri Sarıoğlu ve Servet Çetin. Galatasaray'ın kadrosundan A Milli Takım'a çağırılan 4 isim. Servet'i ayıralım. O sürekli olarak oynadı. Arda. Hakan. Sabri. Belçika maçından sonra 3'ünün toplam oynadığı süre 20 dakika. Toplam 4 maç. 3 futbolcu. Toplam süre 20 dakika.

A Milli Takım'a çağırılıyorlar. Bu konuyu herkes yazacak. Bunu yazdık da zaten. Aynı nakarat.

A Milli Takım forması altında takımla beraber antremana çıkıyorlar. 2 gün önceye kadar takımdan ayrı çalışmalarına devam eden isimler. Sakatlıklarını öne sürüp çalışmayan isimler. Bugün at gibiler. En sağlıklıdan da sağlıklılar. Cuma günü de sahada en fazla koşan, mücadele eden isimler olacaklar. Milli Takım'da kimin eli ayağı değiyor da kendilerine geliyorlarsa artık..?

Aslında resim çok açık ortada ama neyse... Rijkaard'ı gönderdiklerinde adam başı 11'er km koşup ayaklarına kramp girecek duruma gelecekler... Neyse işte...

Türk Düşmanı Hagi






O Türk iş adamı kim acaba ? Kız kim ? Haber gerçek mi ? Resimdeki Hagi'yi kim çizmiş ?

Bilmiyorum bu soruların cevaplarını ama Türk Düşmanı olmadığını çok iyi biliyorum...

4 Ekim 2010 Pazartesi

Bülent Başkan'ın İstifası


Bülent Uygun, bizim blog yazarlarından Busker ve benim aklımıza geldikçe takdir ettiği insanlardan birisidir. Şaka değil. Bugün Bursaspor şampiyonluğu denilen şeyin altında yatan şey Bülent Uygun'un Sivasspor'unun bunu yapabilecek duruma gelmesi ve kamuoyunu bu duruma yönlendirmesiydi. Ama Bülent Uygun sistemi, yani nam-ı diğer Türbülent nasıl oldu da çöktü ? Neden bitti ? Gittiği takımlara ne oldu ?

Bülent Uygun sistemi aslında Kalli'nin 2007 - 2008 Galatasaray'ının basit bir kopyasıdır. Aslında kopyası değil. Sadece gözünüzde canlansın diye yazdım. Hep var olan bir sistemdir ve Bülent Uygun bunu doğru isimlerle uygulayabilmiştir. Sahaya ilk dizilişleri, oyun başlangıcı, isimler, yetenekler farklı olabilir ama temelinde mantık aynı. Oyun boyunu ilk 8-9 isim için 35m'ye indirmek, hücum hattının en ilerisinde bulunan Mehmet Yıldız ile en gerideki isim arasında ise 70m'ye çıkan mesafeler yaratmak. Bu sistemde stopersen, fiziğin iyiyse, hava topuna çıkmakta sıkıntın yoksa ve biraz sert isen ülkenin en rahat işini yapabilirsin. Hatta Bilica gibi transfer bile olabilirsin. Çünkü, yaklaşık 35m'de 7 kişi sana yardım ediyor savunmada. Hücumda da yapacağın en zor iş topu Mehmet Yıldız'a veya hızla giden Balili'ye şişirmektir. Oyun bu düzende ve bu düzenin rotasyonları ile ilerler. Galatasaray'da da oyun Hakan Şükür'e veya Ümit Karan'a şişirilen toplarla bu düzen çerçevesinde ilerlerdi.

Şimdi, Bülent Uygun sistemi hücumda ilerlemiyor. Savunmada ligin en az gol yiyen 4.takımı. Sadece 5 gol yediler. Gaziantepspor, sadece 4 gol yedi. Ama, oyun mantığı hep aynı. Mehmet Yıldız'lara, Makukula'lara muhtaçlar. İleri şişirdiğinde topu alacak, dönecek, kendi arkadaşlarını sete yerleştirecek isimler yok. Bu yüzden ülkenin en iyi savunma takımları olmalarına rağmen, ülkenin aynı zamanda en kötü hücum takımları halindeler. Bursaspor'un Turgay Bahadır'a şişirdiği topların aynısını deniyorlar ama yapamıyorlar. Bir Volkan Şen'leri, bir Sercan Yıldırım'ları olmadığı için hızlı da çıkamıyorlar. Hakkını verelim; Bursaspor'un hücum düzeni sadece bu plana bağımlı değil.

Olmuyor yani. Sistemlerini yapabilecek isimler artık günümüz futbolunda çok zor yetiştiğinden kendilerine kalmıyor. Bu yüzden burada gol kralı olan Makukula'nın bonservisini elinde bulunduran ekip Makukula'yı satıyor. Bu yüzden Barcelona, Zlatan Ibrahimovic'i satıyor. David Villa'yı alıyor. Bojan'ı Zlatan'ın yerine ilk 11'e koyuyor. Zlatan ısrarla İtalya'da kalmak, dönmek istiyor. Hep aynı sistem, düzen yüzünden. Mourinho, Zlatan'la şampiyon olurken Milito ve Eto'o ile Şampiyonlar ligi şampiyonluğunu kazanıyor. Barça'yı, Zlatan'lı Barça'yı 3'leyebiliyor. Çünkü, Eto'o ve Milito gerektiğinde sol ve sağ beke gelebiliyor ve hızla çıkabiliyor.

Futbol; artık en ön ve en arka arasında 40-45 m mesafe olmasını sağlayan bir düzenin işleyişini istiyor. 70m mesafelere kalmıyor.

Muhsin Ertuğral
, Bülent Uygun'dan sonra takımı bu düzene koymak isteyince takım perişan oldu. Mesut Bakkal, tekrar Bülent Uygun'a dönünce geçen sene Sivasspor ligde kaldı. Ama Mehmet Yıldız, eski Mehmet Yıldız olarak dönmedi. Mesut Bakkal'ın bu yüzden Sivas'ın başında sadece ama sadece 1 galibiyeti var. Üstüne bu sene o sistemi de değiştirdi.

Bülent Başkan, Mehmet Yıldız, Makukula, Turgay Bahadır gibi isimlerin olduğu bir takıma gitmezse ligin en az gol yiyen takımlarını yaratmaya devam eder ama gol atamaz. Yapması gereken futbol mesafesini en uç ve en arka arası 40-45m'ye indirmek. Beraber, yerden oynamayı sağlamak...

Güneşin Zaptı Yakın!

İnsan kendi başınayken ve kendi monoton dünyasında dahi sorunlarla cebelleşirken yaşantısında meydana gelen birtakım değişikliklere uyum sağlayabilinceye dek, bir değişim ya da uyum sürecinin içinde bulur kendini. Muhatabı olduğumuz ferdi değişimler bile adaptasyon için belli bir süreç gerektirirken, futbol gibi kollektif bir takım oyununda bu değişimin hemen olup bitivermesini beklemek en yumuşak tabirle hayalciliktir.

Belki de Bursa'nın sürpriz şampiyonluğundan sonra üç büyüklerin takkeyi önüne koyup düşünmesindendir; bilinmez, futbolumuzda bir değişim sürecinin başladığı apaçıktır. Özellikle büyük takımlar yıllar yılı sürdürdükleri hegamonyayı artık sürdüremeyebileceklerini düşünmüş olacaklar ki, idareten alınan önlemlerden daha 'köklü' revizyonlara giriştiler. Bu revizyondan nasibini en keskin biçimde alan takım ise hiç şüphesiz Beşiktaş'tı. Öyle ki bu takım, sezon başından itibaren hepimize Schuster'in Beşiktaş'ı dedirtti.

Tabi ki Beşiktaş'ın bu kabuk değiştirişinde kalburüstü oyuncu kadrosunun da payı büyüktü. Ancak özellikle ayağa pasa dayalı oyun ve önde kurulan defans anlayışı ülkemiz için görülmüş şey değildi. Garipsediğimiz bu durum, her puan kaybından sonra ülkemiz ulemaları için on numara eleştirel malzeme olup çıkıverdi. Oysa aynı takım ulemanın bizi eleştirirken örnek gösterdiği Barca, United gibi örnekler tam olarak bu felsefe ile yıllar yılı tutunmuşlardı devler sahnesinde.

Yıllar sonra ilk defa bir Kadıköy deplasmanında 70 dakika rakibini mahkum eden, rakibinin iki katı pas ve topla oynama yüzdesiyle oynayan bir Beşiktaş, bahsettiklerimizin istatistiğe dökülmüş haliydi. Aynı şekilde Viyana deplasmanındaki Beşiktaş da yıllar sonra Vikingur gibi antrenman takımlarını saymazsak, Avrupa'da güven verdi taraftarına. Esas güzel olan, rotasyondan hangi oyuncu nasibini alırsa alsın yerine oynayanın aynı vazifeyi yapabilmesiydi. Hatta zaman zaman Fabian'ın Gutileşmesi, Deli İbo'nun sağbek oynaması bu örneklemenin en ekstra hadiseleriydi.

Schuster'in Beşiktaş'ı, yorgunluk, biraz becer eksikliği ve tutukluk, biraz şanssızlık ve skora direk etki eden hakem hatalarıyla dün Trabzon deplasmanında kaybettikten saatler sonra yazılan bu satırlarda verilmek istenen bir mesaj varsa o da şudur: Değişim bile sancılı ve sabırlı bekleyişler gerektirirken, Schuster'in Beşiktaş'ta yapmaya çalıştığı devrim, sancı ve sabırdan daha fazlasına borçlu çıkartır Beşiktaş taraftarını. Dünkü yenilgi de dahil olmak üzere bir an bile umutsuzluğa sevk etmedi bizi bu takım. 2-0 geride ve son dakikadayken depar atan bir takımımız, vakit geçirmek için sahaya giren martıyı bile dışarı atıp uçanı kaçanı affetmeyeceği mesajını veren bir yıldızımız, hocamız, sistemimiz herşey müsait. Tek gereken şey, temeli atılan bu bina için hazırlanacak zemin. Bu zeminin adı biraz sabır, biraz tahammül. Kuvvetle muhtemel sonumuzun adı ise zafer.

Herkes, en azından her kartal müsterih olsun hocam.

Güzel günler göreceğiz, güneşli günler...

Sistem Kazanamadı, Ama Neden?





Maçtan önce konuştuklarımızdan başlayayım. Şu twitter dalgası yüzünden bloga yazı yazmaz olduk vallaha. Neyse, maç öncesinde konuştuklarımız diyordum.. hmfs..

Schuster kadrolarını tahmin etmek zor. Ancak sebebi Mustafa Denizli gibi tavşanları değil, Schuster farklı kafada bir hoca, rotasyondan öte düşüncelerine de alışkın değiliz. Örneğin zorlu maçlarda biz Üzülmez'i kadroya yazarken hoca İsmail'i kazanıyor. Ben yine de ortaya bir kadro attım. Sadece Tabata'nın rotasyona kurban gideceğini, Necip'in ilk 11'e gireceğini düşünürken yanılmıştım. Hatta forveti Holosko-Nobre yazdık diye linç ediliyorduk ki neyse :)

Maç hakkında beraberliğin iyi olacağını falan düşünüyordum. Trabzon'un bu zamana kadarki oyunu, maçın sonuçta bir deplasman olduğunu falan hesaba katarsak normal. Hatta Trabzonspor'un kontraatak konusunda dünyanın en kötü takımı olması falan benim kafamda öne çıkartıyordu Beşiktaş'ı. Tabii tek şart vardı, Beşiktaş'ın dayının oyununu oynaması. O olmadı, her şey bozuldu işte.

Bahaneler? Hakemi direk geçiyorum. Bu hakem rezaletini mümkün olduğunca az konuşmak gerek. Bir süre sonra ufacık şeyler göze batmaya başlar, paranoyaya döner iş. Siz de öyle yapın, çözümü olan şey değil bu. Tecavüzden zevk alın falan. Şu maçta oynaması gereken ancak oynamayan tek adam Bobo idi. Onun da Viyana'dan sakat dönmesi, şu maçta alınacak risk ile daha ciddi sakatlanma riski falan. Yorgunluk, konsantrasyon sorunu falan da ekleyebiliriz. Yorgunluğu sadece fiziksel olarak algılamayın. İki gün önce zorlu bir Avrupa deplasmanından mükemmel bir geri dönüşle maç kazanmışsınız. Mental açıdan bile yorar adamı. Sonraki maça böyle bir eksiklik getirmesi olağan.

Teofilo'nun Toraman'a yaptıklarına diyecek söz yok. Egemen'in 70'lerden kalma sakalları(buna karışamayız tabii) ve barbarlardan kalma oyununa(hele buna hiç karışamayız) da şaşırmıyorum. Bunlar olağan şeyler, ama Toraman'ın kendini yere atması çok ayıp. cıkcık. Erdem & Ahlak. Sene 2010, Dünya Barışı şart! Ayrıca Toraman da bilica gibi yea. Bi' sizin kafa basıyor bunlara denyolar. Markus Merk'in pozisyon hakkındaki yorumları da izleyin ligtv'nin sitesinden. Böyle saçmalık görmedim.

Canın sağ olsun Beşiktaş, Canın sağ olsun Schuster. Bunlar olur. Çirkinliklere prim vermeyin yeter. Guti, Quaresma ve Ernst gibi yabancıların takımı bu derece sahiplenmesi de ayrı güzel. Onur Bayramoğlu önümüzdeki yıllarda bolca konuşulacak. A Millî seviyesinde en çok oyuncu gönderen takım Beşiktaş. Yıllar sonra 7 oyuncumuz gitti. Hele üç kalecimizden ikisinin birden gitmesi ayrı olay. Bir de Necip'imiz A Millî Takım'a gidiyor, yolun açık olsun kardeşim.

3 Ekim 2010 Pazar

Frank


- O kadroyu ben de Şampiyon yaparım. Barcelona'yı şampiyon yapmak da ne var. Guardiola ilk senesinde yaptı, O'nun yaptıklarını.

- Barcelona'yı Şampiyonlar Ligi Şampiyonu yapmakta zaten zor bir şey yok. Senle aynı klasmanda 3-4 rakip var onlar da elene elene işte senin zor 2 eşleşmen var. Onları da bir zahmet geç.

- Bu adamın Barcelona dışında başarısı yok.

- Kadron tam olacak, eksiğin olmayacak, o olacak bu olacak. O işi ben de yaparım, ben de şampiyon olurum öyle Rijkaard efendi. Önemli olan eksik kadro ile iş yapmak.


Yer yüzünde futbolcu ve teknik direktör olarak Şampiyonlar Ligi Şampiyonluğunu kazanmış 6 isimden birisi Frank Rijkaard resmi olarak. Bilmesi gereken bir şey var ki, burada Barcelona kadrosunu her sene şampiyon yapan en az 35 Milyon, Şampiyonlar Ligi Şampiyonu yapan 30 Milyon insan evladı var. Bizde Dünya Kupası'nı da alan, Avrupa Şampiyonu da olan milyonlarca insan var. "O kadroları ben de Şampiyon yaparım" fikriyatı ile odaları madalya ve kupalardan geçilmeyen milyonlar var.

Yani, senin anlayacağın Frank'im Rijkaard'ım, bu ülkede senin yaptıklarını oturdukları yerden yapan o kadar çok insan var ki, anlatamam. Onların bilmediği, düşünmediği, asla anlayamacakları tek şey şu; Onların asla senin çalıştığın yerlerde çalışamayacakları ve o kupaları asla kaldıramayacakları... Yani onlar "ben de şampiyon yaparım" dedikçe, onlara "şampiyon yapma, sadece teknik direktör ol benim çalıştığım takımlara" demezsen, onlar her sene Barça'yı, Real'i, Chelsea'yi şampiyon yapacak, kupalar alacak... Sen de o kıvırcık saçları beyazlatıp, yorgun gözlerle sevindiğinle kalacaksın...

Şenol Güneş'e Sabır Dilekleri


Engin Baytar. Burak Yılmaz. İbrahima Yattara. Umut Bulut. Hocaları da Şenol Güneş.

Bugün Tabata frikiği ağlarla buluştursa, tribünden Sadri Şener aşağıya inip Burak Yılmaz'ı kovalayacaktı. Kenarda da Ünal Karaman. Aksini düşünmediyse bir şey demiyorum. Bir takım, maç boyunca 10 ofsayta düşer ve 10'un 7'si aynı adam tarafından olur mu? Üstüne, inatla ama inatla aynı düşüncesizlikle yine ofsayta koşturur mu? Burak Yılmaz ise evet. Topu veriyor. Savunma arkasına koşuyor ama savunmacının arkasına. Boşa doğru değil. Üstüne ofsayt iken top istiyor. Bunu her maç istiyor, yapıyor, bekliyor.

Engin Baytar. Ömür götürür ömür. Yaşlandırır. Fırça gibi simsiyah saçları bembeyaz yapıp, döker. Her maç bir gerginlik olur mu? Her maç bir hakem tartışması. Rakip tartışması. Kart görme gerilimi. 10 kişi bırakma tedirginliği. Tam yeteneğini koyuyor sahaya, ince ince geçiyor bu seferde bomboş adamı görmeyip kendisi vuruyor.

Yattara ve Umut'u yazacak kadar dayanamadım ben. Şenol Güneş iyi dayanıyor. Allah, O'na sabır, kolaylık ve kuvvetli saç kökleri versin. Dökerler o saçları...

Trabzonspor 1 - 0 Beşiktaş || Şenol Güneş


Bernd Schuster'in Beşiktaş Teknik Direktörlüğü sırasında çıktığı bütün maçlarda tek bir ortak özellik vardı. Oyunun kendi istediği gibi oynanması. Beşiktaş, 10 pozisyon verse de, 4 tane atsa da, Belediye'ye yenilse de, Fenerbahçe ile berabere kalsa da kağıt üzerinde istenen oyun hep Schuster'in oyunu idi. Rakibinin taktiğini "savunma"ya çevirirdi Beşiktaş, kendi taktiğini ise "hücum"a. Fenerbahçe'nin oyunu bile geride beklemeye, orta sahayı rakibe vermeye kadar varmıştı. Dia'nın üstün yeteneklerine kalmışlardı 45-90 arası. Şenol Güneş ise bu ezberi bozmaya karar vermişti sanki.

Şenol Güneş'in beklenen kadrosunda stoperde Ceyhun Gülselam vardı. Ama sahada Mehmet Yılmaz vardı sanki. Biraz zayıflamış ve boyu uzamışı. Mustafa Yumlu diye birisi. Selçuk - Colman - Engin - Burak - Yattara - Teo. Şenol Güneş, maç öncesi "sabaha kadar hücum ediyoruz, geriye dönmüyoruz" dese seve seve kabul edecek 6 isim vardı sahada. Schuster'in öne oynuyoruz sistemine, "bizim neyimiz eksik biz de öne oynuyoruz" ile karşılık verince Trabzonspor, temposu bol, itiş kakışı çok, pozisyonu çok bir ilk yarı oldu. Böyle bir ilk yarının dezavantajı da Beşiktaş'a oldu. Yaş ortalaması 32 olan bir orta sahaya sahip çünkü Beşiktaş.

2.yarı başladı. Düşünün yazdığım 6 isimin bulunduğu bir ön hattan bir isim çıkarttı Şenol Güneş. Yerine orta sahaya Ceyhun'u aldı. Bu aslında maçı almaktı. Çünkü, 32 yaş ortalaması ile 3 günde bir maça çıkan Beşiktaş'a karşı daha direnç, daha dinamizm, daha denge kurdu. Hatta denge değil üstünlük kurdu. Bir duran topla da maçı ve rakibi iyice açtı. Schuster'in Ernst - Bobo değişikliği ise iyiden iyiye ya 1-1 olur ya da 3-0, 4-0 olur demekti. Bir 5-10 dakika sonra Guti - Necip değişikliği, Onur Bayramoğlu'nun girmesi ile denge çabaları işe yaramadı. Aslında yaradı. Kendisinden değil. Burak Yılmaz'dan dolayı yaradı ama yetmedi. Bir çok kontra suya düştü.

Beşiktaş'ın son dakikada yaşanan karambol hariç, özellikle golü yedikten sonra maçı çevirmeye gücü yetmedi. Yorgunluk mu dersiniz, Quaresma ve Guti yok, ondan mı dersiniz bilemem ama böyle 3 günde 1 maç temposunun son adımı iyi bitmedi. Trabzonspor ise teknik direktörünün hamleleri ile maçı kazandı. Şenol Güneş olmasa maçı kazanamayabilirlerdi.

Bir Şenol Güneş yazısı daha yazmak zorundayım. Bu maçta yazılmalı çünkü...

Derwall & Schuster






Erkenden neden Milli Takım'ı bırakmış, anladık... Jupp bizim için de babadır, dayı.