12 Kasım 2010 Cuma

Filippo Inzaghi'nin Sakatlığı


Milan'ın resmi sitesinden bir haber geçti. Aslında içeriği haber felan değil. Haber başka kaynaklardan duyuldu zaten ama Milan'ın resmi sitesi bunu bir sakatlık haberi olarak vermedi. Hele "resmiyet" denilen şeyin yanından bile geçmedi. San Siro'daki onbinlerin haykırışı gibi, futbolseverlerin Inzaghi'ye seslenmesi gibi verdi.

Sonu böyle olmamalıydı ve olmayacak diye başlıyordu Milan resmi sitesi Inzaghi haberine. Daha Real Madrid maçının anları çok taze iken, Palermo maçının O'nun bu sezon son maçı olmasını kabullenemiyorlar. Hatta kariyerinin sonu olmasını da kabullenmiyorlar. Geri döneceğine, asla pes etmeyeceğini söylüyorlar. Son paragrafın ilk cümlesi ile de olayı bitiriyorlar asla. Inzaghi asla teslim olmaz.


Super Pippo, yani ofsaytta doğan adam, öyle kolay kolay bırakacak gibi değil. Bıraktırmazlar. O bırakmadıkça Mourinho'nun en büyük korkusu, yardımcı hakemlerin en zor kararlarının altındaki isim, rakip defansın ofsayt diye kalkan ellerinin arasında kenara doğru gittikçe çıldıran bir adam olacak bu futbolda. En azından bu kadar basit bir veda, bu kadar ani olmamalı. Şöyle ağız tadıyla bir kaç kez daha o kenara doğru koşturmaları olmalı...

11 Kasım 2010 Perşembe

Mehmet Batdal Yanılgısı


Blog'un diğer yazarlarından birisi olan Bu$ker'a verdiğim örnek ile başlamak istiyorum Batdal yazısına. Giriş yapamadım çünkü. Her şişe geçirilmiş kıymalı harç nasıl "Adana Kebap" (aslında sadece Adana demek gerek şanı gereği) olmuyorsa, her uzun boylu santrafor da "Pivot Santrafor" olmuyor maalesef.

Mehmet Batdal için geldiğinde Giorgios Samaras benzetmesi yapmıştım ama yanıldığımı daha iyi anlıyorum artık. Mehmet Batdal, Zlatan Ibrahimovic'in parçaları eksik bir modeli. Çünkü, boyuna göre harika bir tekniği ve ayak hakimiyeti var. Üstüne gittiğinde, güçlendirdiğinde ceza sahası çevresinden görsel açıdan muhteşem goller atabilir. Ama asla ve asla Hakan Şükürvari gollerin altında imzası olmayacaktır. Duran toplarda kafa golleri atmasını beklememeliyiz. Bunu ben değil, izlediğim 2-3 maçı da değil, rakamları söylüyor.

TFF'nin sitesinde, golleri için yazan rakamlar bunlar. 2008-2009 sezonunda attığı 7 golün 7'si de ayakla. 2009-2010 sezonunda attığı gollerin sayısı 19. Kafa ile attığı gol ise 5. 13 adet ayakla. 1 adet kendi kalesine. Daha eskiye gidiyoruz. 2007-2008 sezonunda attığı ilk 3 gol kafa ile. Sonrasında attığı 11 golün sadece 1 tanesi kafa. Daha eski sezonlara gidildikçe gol rakamları düşüyor. Kafa ile attığı gol sayısı yine az. Bu sene OFK Belgrad'a attığı gol yine ayak ile. Hem de bir kenar ortasına sıçrayıp, ayakla vurmuştu.

Şimdi, 1.95 m boya sahip bir ismin attığı goller içerisinde bu kadar düşük bir oranda (%22.5 yani 40'da 9) kafa golü sahibi olması şaşırtıcı ve üzerine konuşulması gereken bir konu ve Batdal adına handikap. Dahası, hepimizde olduğu gibi "boyu uzun, o zaman iyi hava topuna çıkar" yanılgısının içerisine de düşmemize sebebiyet verdiği için, Batdal adına 2.handikap bu. Batdal'ın kendisi adına artısı ise tekniği var. Ayaklarını düzgün kullanıyor. Bunun üzerine gitmesi gerek. Daha çok gitmesi gerek. Kafa toplarındaki zaafiyetini gidermek adına çalışmalar yapar mı şu saatten sonra bilmiyorum. Yaşı 25'e geldi çünkü Batdal'ın. Hakan Şükür, 18'ine gelmeden babasının 2-2.5m'ye astığı toplara kafa vurmaya çalışarak geliştirdi bu özelliğini. Güçlü olduğu, kendisinin güvendiği özelliğinin üzerine gitmesi gerek. Tanju Çolak gibi ayak içi ile dişe kanal tedavisi yapabilecek bir isimin bile her antremandan sonra ayak içi şut çalışması yaptığını düşünürsek, şutlarını hele o ince çalımları attıktan sonra ceza sahasından attığı şutları kesinlikle çok ama çok geliştirmeli.

Şu Galatasaray'da santrafor mevkiisini bir kaparsa, kimseye vermez. Ama yine bu Galatasaray'da, 18.haftada yani 2.devre başlarken, eğer Galatasaray santraforluğu için tartışılmayan, ismi 1.sırada düşünülmeyen bir isim olursa Batdal, büyük şeyler kaybeder. Hem kendisi kaybeder. Hem Galatasaray kaybeder. Hem Türk Futbolu kaybeder....

9 Kasım 2010 Salı

En Rahat İşi Yaparak En Çok Para Kazanan Adam Olmak


Eskiden bu tanımın sahibi Acun Ilıcalı idi. Yaz ayında bu tanımın altına Cenk Akyol gibi bir ekleme geldi. Şimdi ise tartışmasız bu isim Serdar Özkan. Tartışanı tartışırım.

Acun gider, eğlenceli 2-3 görüntü, güzel 2-3 kız çeker, en fazla boğa altında kalmaktan kurtulurdu.

Cenk Akyol, doğru zamanda doğru yerde olan adamdır bu isimler arasında. Yılda 1-2 maçı vardır ama kariyerindeki başarılar bu ülkede basketbol denince akla gelenlerden daha iyidir. Hiç bir şeyi yoksa Eurocup Final Four'u var adamın, son periyotta neredeyse sayı atamayan Galatasaray'da Cüneyt Erden'in mucizevi üçlüğü sayesinde. Yazın 1.5 maddi manevi laylaylay üstüne ev felan.

Serdar Özkan ise bambaşka. Bir tane maçı çeviren golü attığını hatırlamıyorum. Genç yetenek olarak adlandırılabileceği ve efsanevi oynadığı tek maç yok. Bir tane Galatasaray deplasmanı var, onda da geleni geçeni dışarı vurdu. Üstüne, Beşiktaş'tan Galatasaray'a geldi. Tek maç oynamadı. Sakat. Antremandan antremana 2-3 hafta aralığında değişen sürelerde sakatlanabiliyor. Bunu Ali Sami Yen çimlerine bir kere bile adım atmadan yapıyor. Üstüne, yasa dışı menajerlik işleri yüzünden bir de 4 maç ceza alıyor. Adam oynamıyor ki. Ne 4 maçı ? Vereceksin üst üste 4 maç oynama cezası Serdar'a. Asıl ceza o olur.

Bu arada Serdar Özkan Galatasaray futbolcusu. Unutmayın. Unutturmayın..!

Türk Futbolu'nun İlerlemesinin Yolu: Basın'ın İlerlemesi


Ntvspor diye bir kanal var. Spor kanalı. Çatısında 2 tane kocaman çanağı olup, üstüne aylık 70 TL verenin HD kalitesinde de izleyebileceğin, televizyonun arkasına çatal sokup karıncalı da olsa izleyebileceğin bir kanal. Yani ulaşabileceği alanın büyüklüğünü kavrayabiliyorsunuz. Haliyle bu büyüklüğü ile ulaşabileceği insanların sayısının ve bu insan sayısının içerisinde futbola ilgi duyan kişilerin de bir hayli fazla olacağını da biliyorsunuz. Bunun yanı sıra onlarca gazete, internet sitesi vs. var. Şuraya getirmeye çalışıyorum aslında, örnekle anlatayım; bir koyun sürüsünün en önünde yürüyen koyun, kendisini uçurumdan aşağıya atınca, düşünce, arkasından gelenler de kendisini oradan atar ve ölür, çünkü adı üstünde bir sürü. Önden gideni takip eder.

Ntvspor'un adını sadece bir örnek olsun diye, elimizde bir isim olsun diye verdim. Gerek dijital platformlarda, gerek diğer platformlarda izlenebilen spor kanalları da var. Kimseye de koyun muamelesi yapmaya niyetim yok. Mesela Kanaltürk'te de bir program var. Kimsenin ciddiye almaması gereken 4-5 adam eğleniyor oralarda, tek amaçları da programın içerisinde adı geçen birisini düşürebilecekleri kadar düşürüp, onun üstünden yürümek. Ama ciddiye alınıyorlar. Maalesef insanlar onları dinliyor.

Her neyse, Ntvspor'dan devam edeyim ben örnek olarak. En bariz örnek Sergen Yalçın - Mustafa Doğan ikilisi. Bilgi sahibi olmadan, yorum yapmak konusunda Türk Futbolu'nda bir ilk değiller. Bu gidişle son da olmayacaklar. İyi futbolcu olabilirler. İyi yorumcu asla ve kat'iyetle değiller. Çünkü, herhangi bir bilgi birikimi gerektirmeden yorum yapıyorlar. Gözüne ne çarparsa akıllarına ne gelirse onu söylüyorlar o an. 3 hafta önce "kadrosu gayet iyi Galatasaray'ın. Rijkaard ile bu iş olmaz" cümlesini kuran adamın 3 hafta sonra "bu kadroyla Trabzon'da felan maç kazanamazsın, bırak Trabzon'u hiç bir şey yapamazsın" cümlesini kurmasının ardından hala yorum yapıyor olması gülünç. Ben gülüyorum. Ama izleyip ciddiye alanlar var maalesef. Ciddiye alındığı için de ülkenin futbol gündemini değiştiren, bu yol üzerinden futbol gündemini tartışan insanlar var.

Rıdvan Dilmen kısmı ayrı bir yazı zaten. Arkadaşı olduğu için Aykut Kocaman'ı eleştiremeyip, Bernd Schuster'i, Rijkaard'ı topa tutabilmesi, İnsua'dan, Cana'dan, Lucas'dan her maç 40 tane bulmasına rağmen Trabzonspor'a 3 puanı hediye eden Servet'e tek kelime etmemesi korkunç. Korkunç çünkü, söylemleri ve eylemleri paralel giden bir ismin 2-3 cümleye ihtiyacı var. Bobo'yu sol açık yazması ve bunu eleştirmesi ama bunu 1 sene boyunca yapan Denizli'ye tek kelime etmemesi felan. Bobo'nun santrafor oynadığı maçta hemde...

Demek istediğim şu, ülkenin spor gündeminde büyük söz sahibi olan kurumların, bu kadar basit, futboldan ve Türk Futbolu denilen kavramdan bağımsız konuşması korkunç. Adını çok kullandım, örnekleri ondan verdim diye yanlış anlaşılmasın. Bu Ntvspor'un özelinde bir mesele değil. "Basın"ın genelinde. "Yeniköy Kasabı" diye yollanan adamın Dünya Kupası kazanması, 16 mayıs 2010 günü sabahı bas bas "Fenerbahçe Şampiyon kardeşim, bunun acaba'sı felan yok, ne olduğunu herkes gördü, kalecileri herkes gördü" cümlelerini kuran "Futbol Duayeni"nin laflarına rağmen 16 mayıs 2010 gününün akşamına Bursaspor'un Şampiyonluğunun yazılması, yıllarca her maçtan sonra "Erman Hocam yorumlasın" cümleleri ile futbolcuların bile zirveye oturttuğu bir adamın "futbolcu olsam sahada Lincoln'ü kovalardım" cümlelerini kurduğu bir ülkenin "futbol"u ne kadar ilerler ki zaten ?

Hakan Ünsal karakteri vardı mesela. Skibbe zamanı adeta Skibbe'yle dalga geçen bir adam. Hertha Berlin maçı öncesi bir yayına bağlanıp; "Ben bugün Galatasaray'ın kazanmasına ihtimal dahi vermiyorum, maalesef iyi bir sonuç alamaz Galatasaray" dedikten 2 saat sonra yüzü kızarmış mıydı? Hayır. Ne dedi? "Lincoln neden kaptan oldu?" dedi. O ve O'nun arkadaşlarının Galatasaray eleştirisi yaptığı bir medyada Galatasaray'a kim gelecek de başarılı olacak ? Tabii ki yine kendileri. Levent Tüzemen'in Rijkaard'ın gitmesinden sonra 1 saat boyunca Fatih Terim yalakalığı yapması, 2010 elemelerinde "futbolcular kalitesizdi ondan olmadı" cümlelerini kurduğu Lig Tv'de programı bittiğinde Terim'in kabul etmediğini duyduğunda neler hissetti? İzleyenler neler hissetti? Ne ciddiyeti kaldı, bir isme yaranmak uğruna bu cümleleri kuranın? Peki, kaç kişi bu eleştirilerin doğru veya yanlış olduğunu eleştiriyor. Bu eleştiriyi yapıp da sesleri duyulan kaç kişi var ? Yok.

Mamadou Niang'a Güiza olur mu dediler. Mamadou Niang be Niang. Bu ülke 2-3 hafta bunu tartıştı. Güiza mı Niang mı diye. Küfürdür bu aslında. Açın sorun Ali Ece'ye. Cana'yı sorun. Sizleri gözleri parlayarak, bu iki isimden dolayı Marsilya'da insanların nasıl güne mutlu başladığını anlatsın, o sırada mahalledeki bakkala götürsün sizi, dönsün babasından dedesinden bahsetsin, gelsin Cantona'ya selam yollasın, Serpil Hamdi Tüzün'e selam yollasın ve siz anlatmak istediğini dinlerken, futbolun içerisinde bu derinlikte insanlar varken, işlerin bu kadar sığ isimlere kalmasını sorgulayın sadece. Hoş, herkesle diyalog kuran, dinleyen bu "adam"a hakaret ve galiz küfür eden gerizekalılar da oldukça, sorgulasak, konuşsak ne çare. Basit bir iyi dilek bizimkisi...

Futbolu herkes oynar. Herkes hakkında konuşur. Herkes futbolu bilir ama aslında herkes futbolu bilmez. Bilseydi, bugün yorumculuk diye bir şey olmazdı zaten. Futbolu oynamaktan daha ciddi bir iştir futbolu yorumlamak. Bizde Arda Turan, Arda Turan olarak kalırken, Mesut Özil, Real Madrid'li Mesut Özil olarak devam ediyor hayatına. Aslında bu 2 resim arasındaki farkı bir anlasak, bu iş biter de nerede...

kişsel ve yazıdan bağımsız son not: Ali abi Twitter'a tekrar gel. bu lodos sıcaklarında da olsa üşümeye başladık. Atkı, çay felan kesmez.

"Sen benim hazin öyküm, bitmeyen türküm..."

Yazıya direk maç sonrasından başlamak belki yanlış, fakat bir girizgah bulmam gerekti. Affola...

Maç sonu düşündüğüm ilk şey "iyi ki her maç sonrası düzenli olarak yazması istenen profesyonel bir yazar olmak yerine keyfekeder bir çizer olduğum" idi. Zira maçla ilgili yazacak birşeyler bulabilmek gerçekten çok zor. Maç öncesi gerek dost, arkadaş meclislerinde, gerekse buralarda küçümsenen maçların klişesi haline gelen tabirleri kullanmaktan çekinmeyen bizler, şimdi başımız ellerimizin arasında kara kara düşünüyoruz. "İnönü'de şu Kasımpaşa'yı yenemiyorsak bu ligi boşuna oynamayalım." Eee, ne olacak şimdi?

Kayıpla geçtiğimiz bir maç sonrası "Oluruz Oluruz" başlıklı bir yazı yazıp yine de umut vermeye çalışan bir kardeşiniz, arkadaşınız olarak -ama Beşiktaş'ın olduğu yerde umut hep vardır demeyi de unutmadan- ilk kez bu derece yüklü bir kasvet içindeyim. Sebebi alınan skor değil, oynanan futbol da değil hatta. Her takımın kötü oynamaya, rezalet gününde olmaya bile hakkı vardır bahsedilen şey futbolsa. Beni umutsuzluğa sevkeden şey ise çarpıklık. Çarpıklıktan kastım olmayacak nedenlerle birşeyleri çarçur etmek. Futbol lugatında kötüsü olmayacak şeyleri bile kötü yapar hale gelmek ve en önemlisi; futbolu hepimizden kat kat daha iyi bildiğine inandığım teknik heyetin, hiçbirimizin yapmayacağı yanlışları yapması ardı ardına.

Belediye maçına tek ön liberolu ve merkez forvetsiz düzenle çıkıldığında hepimizin en azından bir tesellisi vardı. Hoca takımda bazı şeyleri görüyordu, ligi tanıma aşamasındaydı ufaktan. Olmayacağını da görmüştü artık. İyi bir ders, hatta hayırlı bir kayıp olmuştu. Tekrarı yaşanmazdı nasıl olsa.

Bugün üzücü olan o temel hataları tekrar görmektir benim açımdan. Bir takım aynı sahada aynı maçı 3 kez farklı rakiplerle oynayıp hepsinde kayıp yaşıyorsa artık umut beslenecek ya da iyi tarafından bakılabilecek bir zerre dahi kalmamıştır. Hocaya güvenilmesi taraftarı olan ben ve benim gibilerin dün akşam maç bitimiden itibaren hocayı anlayamamasının başlıca sebepleri vardır. Bunları birkaç maddede toplamak gerekirse:

- Orta saha boşaltılıp forvet alınarak gol atılmaz.
- Barca bile 3 çift yönlü orta saha ile oynarken bizim bu sayıyı zaman zaman teklememizin mantığı yoktur.
- Hocanın oyunculara şut çekmeden gol atılamayacağını ve kale çizgisine kadar verkaç ya da arapası yapabileceğimiz bir maçın günümüz futbolunda hiçbir zaman karşımıza çıkmayacağını anlatması gerekir.
- Kilitlenen oyunu açmak için kanatları iyi kullanmak şarttır, beklerinizden biri Erhan ise bu imkansızdır.
- Kayseri deplasmanında ilk 11 başlayan Onur, geçen maçki kritik hatasına rağmen maçın en iyisi olan Necip, artık belli maçlarda kullanılabilecek Yusuf ve gerek Beşiktaş siftahını yapması, gerekse buzları eritmek açısından Fatih bu maçlarda oynamayacaksa rotasyon denen davadan çakoz ettiğimiz nedir?
- Nobre sakat ve Kartal yedek forvetsizken Fatih'î 18'e almamak ayrıca altı çizilesi bir yanlış değil midir?
- Aynı şekilde Zapo-Ferrari sakat ve takım "yedek stopersizken" iki sahada, iki klübede toplam 4 ön liberodan sadece tekiyle 90 dakikayı bitireceksek eğer, Fink ya da Necip yerine Atınç Nukan daha akılcı bir seçenek olmaz mıydı örneğin? Porto deplasmanında Toraman kırmızıyı gördüğü vakit forvetten birini çıkarıp Zapo'yu almak yerine Aurelio'yu stopere çekerek anlayışından taviz vermeyip hepimizin takdirini kazanan hocamız, dün Aurelio'yu da çıkarırken Toraman veya Ersan sakatlanırsa ne olur diye düşünmedi mi acaba, merak içindeyim.

Bunun yanında Beşiktaş'ın her halini en iyi bilen merci olan taraftara, yani bizlere de birkaç serzenişim olacak. Tribündekine, Forza'dakine, kahvedekine, sokaktakine, sana, bana, ona, herkesedir bu sual ve serzeniş. Kendimize soralım, dürüst cevaplar verelim.

- "Aşığın gözü kör, kulağı sağır" misali iki süper yıldızın esas gedikleri gözardı etmemize yol açmasına daha ne kadar izin vereceğiz? Takımdan gelmiş geçmiş en iyi Beşiktaş gibi bahsetmekten ne zaman vazgeçip işe uyanacağız?
- Her Rüştü-Hakan kıyasında Rüştü'yü tercih eden ve buna göre yorum yazan bir kardeşiniz olarak soruyorum. Dünkü golü Hakan yese verilen tepkinin kaç katıyla karşılaşırdık?
- Nihat her yerden yere vurulduğunda onu savunan, hatta zaman zaman tek ve tük kalan adam olarak soruyorum. Guti yerine o penaltıyı dün Nihat kaçırsa kızılca kıyametin hangi biriyle müşerref olacaktık acaba? Ama Guti kaçırdı, Guti ilah. Yavaş be abi, ilah varsa Beşiktaş'tır.
- Mersin ile oynadığımız kupa maçında o yağmur, çamurda oraya gelen 5 bin kadar taraftar adeta kitabını yazmışlardı işin. Nitekim o maçta da Kasımpaşa'dan çok daha zayıf bir takıma 100 (ya da doksan küsür) dakika gol atamayan bir Beşiktaş vardı sahada. O gün hiç desteğini kesmedi o taraftar. Taraftar olmak tarafında olmaktı çünkü. Porto'yu orada elimizden kaçırdığımız maç akşamı bana "Eyvah, bu maçta Hakan da Nihat da iyi oynadı. Yenilsek günah keçimiz de yoktu." dedirtebilen bir taraftar profili olmaya doğru giden bizlerin, taraftarlık vazifesinden bihaber olan bizlerin topçu vazifesini yapmadığında köpürmeye o kadar da hakkı yoktur kanımca.

Tüm bunların ışığında yine söylüyorum. Beraberliğe üzülüyorsam, sonucaysa bu sitemim namerdim. Dün maç 1-1 olduğunda galibiyet golünü attığımızda kendimi tutup sevinmeyeceğime dair söz verdim. Sevineceğim tek şekil, galibiyet golünün Nihat ile gelmesiydi. Penaltı geldi aslında, ama Guti kaçırdı. Kaçtı diye de üzülmedim, çünkü her fırsatta zembereğini Beşiktaş'a boşaltmaktan haz duyanların o gol sevinciyle çılgına dönmeleri yerine puan kaybından sonra "Sen şampiyon olmasan da", "Neyleyim cebimdeki milyon doları", "Bitmesin dertler s...me kadar" diyen kardeşlerimi etrafımda görmeyi yeğledim. Eyyamcılar iptal ettiği golün korkusundan penaltı çalabilir, ama sonucu Beşiktaş belirler. Ve sonucunu Beşiktaş'ın belirlediği her maç kansere adım adım yaklaştıran bir araçtır. Lakin Beşiktaş'tan gelen kanserli hücre bile ayrı nimettir anlayana. Holosko çıkıp Tabata girerken ben amcamın sıkça tekrar ettiği "kanserden çözüp vereme bağlamak" sözünü hatırlar, acı bir tebessümle, ama yine de tebessümle canım Beşiktaş'ıma selam ederim.

Sayılmayan golle maçın bitiş düdüğü arası sanıyorum 3-4 dakika ve bu kadar kısa sürede bir şizofreni komplekse sokacak kadar gelgitler yaşayan ben, dandik bir doksan dakika 1-1 berabere bitti diye hıncını Beşiktaş'a kusacaklardan değilim. İşler mi be :)

Son olarak temas etmek istediğim nokta bu yazının değil, bu sezonun değil, Beşiktaşlılığın en can alıcı noktalarıdır kanımca.

Ben, ilk yarısını 3-0 galip kapattığımız maçta oğlunu uyutup maç 3-3 bittiğinde soluğu tesislerde alarak Şifo'ya "Ben sabah oğluma ne derim kaptan?" diyen adam tanırım, Beşiktaşlıydı.
Ben Kezman'ın golüyle 1-0 kaybettiğimiz Fenerbahçe maçından sonra günlerce hayattan soyutlanan, sakal tıraşı olması gerektiğini babasının "aczimendi" benzetmesiyle hatırlayan adam tanırım, Beşiktaşlıydı.
Ben Liverpool maçında o malum skordan sonra Çarşı kaşkolunu açan abiyle oturup iki çift laf etmedim, ama nerede görsem tanırım. Beşiktaşlıydı.
Ben Beşiktaş'ın küme düşme adayı olarak gittiği Zonguldak deplasmanını "O günleri gördük ama yine de vazgeçmedik." diye gururla anlatan Beşiktaşlı babamı da iyi tanırım ve derim ki; keşke biz de o günlere yetişebilsek, o acılarla yoğrulabilseydik. Bugün en ufak bir esintide savrulmayacak dirayeti gösterebilmek adına...

Bizim bu yukarıda anlattığım acıları yaşayan insanlardan hiçbir farkımız yok. Ne canımız onlardan daha kıymetli, ne de Beşiktaşlılığımız onlardan daha az olmalı. Aynı şekilde kısmet olursa oğlum ya da kızım olacak eşek sıpası da Kasımpaşa maçı gecesine benzer geceler yaşamalı şerbetli Beşiktaşlı olabilmek adına. "Beşiktaşsın sen bizim canımız" hesabı.

Ne şampiyonluk ne de Avrupa için gerek takıma, gerekse bizlere umut teşkil etmek adına yazılmadı bu satırlar. Yalnızca belki birileri çıkar omuz verir de şu eski Beşiktaşlılığın üzerindeki tozları üfleriz belki. O zaman her şampiyonluktan daha kutlu bir günümüz olacak. Fakat yine de ricamdır, Almanca ya da İspanyolca bilen arkadaşlar şu besteye bir el atsınlar.

"Ne zaman şampiyonluk diye bağırsak, kursağımızda kalıyor
Söylesene bize hoca, takım niye oynamıyor?"

Şu da unutulmasın bitirirken. Adaletsizce dağıtılan ve layık olmaksızın taşınan o formalar milyonlarca Beşiktaşlı çocuğun hayalidir, kahramanlık öyküsü, bitmeyecek türküsüdür.

"Sen benim hazin öyküm, bitmeyen türküm..."

8 Kasım 2010 Pazartesi

Hulk


Yeşile boyasak aynısı.

7 Kasım 2010 Pazar

Trabzonspor 2 - 0 Galatasaray || "Servet"inden Dağıtmak


Hagi'nin bir oyun planı var. Evinde oynayan her takımın, gerçekçi düşündüğünde, en kötü ilk 4 hedefi bulunan bir takımın nefret edeceği bir sistem. Oyunu kanattan, göbekten delmeniz çok zor. Bir Mamadou Niang'ınız veya Ricardo Quaresma'nız yoksa, normal şartlar altında, bu savunmayı delmeniz oyunun içerisinde mümkün değil. Ama normal şartlar altında olmayan ve anormal şartları yaratan bir adam olunca da Hagi'nin bu sistemi ile bu maçları gol yedikten sonra kazanması mümkün değil... Hatta im-kan-sız !

Bütün maç 75.dakikaya kadar Galatasaray'ın yönetiminde geçiyordu. Geride beklediğinde top Galatasaray'ın sahasında, hücuma çıktığında Trabzonspor'un sahasında. Tabii atakları da bu alan savunması yüzünden etkili olamıyordu pek. Ama Hagi ne bekliyorsa maç öncesinde, sahada o oluyordu. Şenol Güneş ve ekibinin ise hiç bir beklentisi olmuyordu. Surat ifadelerinden de anlamak hiç zor değildi aslında...

Uzun lafın kısası şu; Hagi, oyununu gol yememek üzerine kurup, sabırlı bir şekilde bulacağı tek gol ile maçı bitirmeyi bekliyordu. Atmasa da yemeyecekti. Kullandığı bir sürü duran topu da rakibin kafasına yollayınca, ancak 80 veya 85'ten sonra iyice ileri çıkan ve kopan Trabzonspor'un arkasında kontralar ile gol arayacaktı Fenerbahçe maçı gibi ama olmadı. O-la-ma-dı. Servet sağolsun.


Giray Kaçar
'ın maçta en az 5 kere karşılaştığı durumda oldukça rahat olmasına ve savunmadaki arkadaşına dönebilecek olmasına rağmen topu taca atmasının karşılığında Servet, topu rakibe ikram edince 1 sene önceki Emre Güngör gibi maçı verdi. Verdiği sadece maç olsa ona da eyvallah.

Neticede Galatasaray, Fenerbahçe ile başlayıp Beşiktaş maçı ile biten bu 6 maçlık ölüm serisinde ilk kaybını verdi. Daha
Kayserispor - Manisaspor ve Beşiktaş maçları var. Averaj -1. Sıra 9. Servet efendi, cebinden verir gibi ikramları yaptıkça, zor dostum zor...

not: kafa mafa kalmadı. 2-0 biten maçı 1-0 yazdım. kusura bakmayın.