17 Aralık 2010 Cuma

Beşiktaş 2010-2011 Futbolcu Görselleri #1










Şu 1-2 günde sıkıldığım anlarda böyle şeylerle uğraştım. Öyle dursun arşivde falan diye. Bir sebebi yoktu yani. Eh, yapmışken paylaşayım dedim, devamı gelir belki.

16 Aralık 2010 Perşembe

Duydunuz mu, Yabancılar Para İçin Oynuyormuş !!


Böyle bir şeyi duyduğumda yaşadığım şaşkınlık, böyle daha önce yaşamadığımdan, anlatamayacağım bir şaşkınlık. Tanımlayamıyorum. Benzerini bulamıyorum. "Yabancı futbolcular bu işi para için yapıyorlar" cümlesini her duyduğum yerde futbolumu sorguluyorum aniden. Sistemler, diziliş, beklerin hücuma katılırken yaptığı koşular felan diyorum ama bu çok üst düzey. "Para için bu işi yapmak"

Çok ilginç gelebilecek bir futbolculuk tanımı yapayım da şaşırın. Futbolculuk, kimi insanlar için bir meslektir. Evet, illa ki babanız bankada hesap kitap işleri yapan, inşaatta demir bağlayan, masa başında o dosya senin bu belge benim diye eve pestili çıkmış halde gelen, 25'e 50 bir kolonun donatı detaylarını çizen bir adam olmak zorunda olmayabilir. Sağ kanattan bindirme yapan, 7.32-2.44 ölçülerindeki 3 direğin arasından topu geçirmeye çalışan bir adam olabilir babanız. Nasıl yurtdışına çalışmaya giden bir meslek sahibi olabilirse babanız, futbolculuk mesleği de yurtdışında yapılabilen bir iştir.

Dedem, 60'ların sonu 70'lerin başında Almanya'ya giden işçilerden birisidir mesela. Babaannem de dedemin yanına Almanya'ya gittiğinde bir gün, yediği çikolatanın kabını yere atmış gayri ihtiyari. 70'ler. Babaannem için hayat 20 sene Kırşehir'de bir köy, 10 sene İstanbul'da Kadıköy, Göztepe'de tek göz evler, o zamana kadar. Kabı yere attığını gören bir Alman kadın da, hemen kapısının önünden bağırmaya başlamış babaanneme, tabii ki Almanca. Babaannem ne bilsin Almanca'yı, dedeme sormuş. Dedem de, "yere bir şey mi attın" diyerek anlamış olayı. Şimdi 40 sene önce bir insanın yetiştiği kültürden, başka bir kültüre geçerken yaşadığı farkın boyutlarını ve yaptığı kendisine ve o devirde yaşadığı ülkenin genel insanlarına göre masumane ama bir Alman'a göre gayet kötü bir davranış olan hareketi düşünün. Anlatmak istediğim şey, bir kültür, bir hayat, bir yaşayış farkı vardır herhangi rastgele 2 ulus arasında. Bunu da geçtim, bir uyum süreci vardır. Almanya'ya çalışmaya giden işçilerin hemen oraya adapte olduğunu felan sanmıyorsunuzdur herhalde. Kaç bin tanesinin orada bir Türk bulup, derdini hayat mücadelesini paylaşmak istediğini düşünebiliyorsunuz ? Oradaki çalışma ortamında yaşadıkları diyalogları ve oradakilerin kendilerine karşı davranışlarını. Oraya niye gittiğini de tahmin edebiliyorsunuzdur ? Tabii ki de Alman çikolatası için. O kadar çikolata alıyorlar, alışsınlar di mi...

Bizim ülkemize gelen bir yabancıya "para için oynuyor" demek popülizmdir, göz boyamaktır, yalandır. O adamı ezerek, üste çıkmaya çalışmaktır. Dahası bunu masumane yapan adamdaki empati yoksunluğudur. Adam evindeki bir kasa limonunu yemek için buraya çiğ köfte almaya gelmiyor herhalde. Futbol oynamaya geliyor. Tabii ki para için geliyor. Sen buradan aylık 500 TL alıyorken, Rusya'ya aylık 500TL maaş ile çalışmaya gider misin ? Yoksa aylık 1500 TL maaşa mı gidersin ? Meslek farketmez.

Sen 2 sezondur sezon başı kampı görmemiş Elano Blumer'i, birisi geç transfer edilmesinden diğeri de Dünya Kupası'nda kaval kemiğine yediği tekmeden dolayıdır, transferin son günü, ligin 4.haftasının olduğu gün Zvjezdan Misimovic'i getirip "takımı kurtarın" diye atarsan bir sahaya, üstüne hocaya "istediğini de yaptık" dersen, taraftara da "biz üstümüze düşeni yaptık" dersen afedersin ama el hareketlerinin en ses çıkartanlarından bir demeti ve 6 ay ömrü kaldığını öğrenen Mülayim Sert'in umumi tuvalet açma sebebinde kullandığı cümleyi hak ediyorsun. 13 bölümlük bir dizinin 8.bölümünden bir adamı başlatırsan, adamın diziyi çözmesine kadar haliyle dizi biter. Sonra da adamı yem yapmak kolaylaşır. Sonra dersin ki, adam oynamıyor, para almaya gelmiş. Adam senin kültürünü nereden bilsin ? Neye sinir olup, neyi umursamadığını nereden bilsin ? Dahası, senin 1 ay boyunca gece gündüz çalıştığın oyun sistemini nereden bilsin ? Geldiği sistemin, kendisinin daha önce oynamadığı bir mevkii de oynamasına sebep olacağını nereden bilsin ? Hangi futbolcu, futbol oynamamak ister ki ? Kim yedek kalmaktan mutlu olur ? Seni bilen adam olsa, al son gün oynat. Adam gittiği yeri biliyor. Bu adamlar nereden bilsin ?

Araştırıp, bakalım. Son 15 senedir, bu ülkeye damgasını vurmuş yabancıların transfer tarihine bakalım, "yitip giden yıldızlar" tanımına uyan futbolcuların transfer tarihlerine bakalım bir de... Sonra onları para için yargılarız...

Yerlilerin para için oynamaları ve "ruh" sahibi olmalarından da bahsetmiyorum. Daha sonra bakarız...

Beşiktaş - Rapid Wien / Alman Ernst




İlk geldiği devre arasından sonra yaptıklarıyla kısa sürede "Seni izlemek, Beşiktaş'ı izlemektir" dedirtti. Efsanevi gol anı Trabzonspor'a deplasmanda attığı "Gerrardvari" goldür herhalde. Bu sezon da iki önemli Avrupa golü var. Ernst, skora katkı yapması beklenen oyuncu da değil zaten. Geçmiş zamanlarda %80'lik bir defansif oyun oynaması gerekirken bugün o oran %60'lara geldi. Defans-Hücum arasında daha dengeli bir oyun oynuyor artık. Sistemin gerektirdiği, Aurelio'nun göreviyle onun da görevinin değişmesi bunda etken.

Son zamanlarda formunda düşüş olduğu da doğru. Ancak şunu unutmayalım, sezon başından beri neredeyse her maç 90 dakikaya yakın oynadı. (Tablo burada) Ayrıca şunu da belirtmeden geçemeyeceğim, Ernst'in "formsuz hali" bile, ligimizin birçok orta saha oyuncusuna oranla "kabul edilebilir" sayılır. Şu an yapılacak transferler ile Ernst'in dinleme ihtimali de artacak. Hem "gerekli" rotasyon, hem de kontenjan sebebiyle "mecburi" rotasyon Ernst'i rahatlatacak.

Sonuçta başta dediğim gibi: Seni izlemek, Beşiktaş'ı izlemektir be Alman'ım. Sen gol atınca, Beşiktaş gol atıyor. Quaresma'nın, Guti'nin hareketlerine bayılsak da; Necip'i kardeşimiz gibi görsek de; seni bir ayrı hissediyoruz. Çoğul yazıyorum, çünkü biliyorum benim kadar hissedenler vardır bunu.

Dönelim maça. Tabata'nın tercih hatalarının Schuster'i dahi çıldırttığını gördüm bu maç. Daha söylenecek söz yok. Devre arası 3'e 5'e bakmadan kontenjana yer açmak gerekir. Guti gergin, Quaresma ilk zamanlara göre moralsiz gibi. Cenk ve Ersan aynı çizgide gidiyor. Aman nazar değmesin. Yeteneklerine ihanet ettiği için çok kızdığım İsmail toparlanmış göründü biraz. Özellikle ikinci yarıda hücumda çok iyidi. Dönüşlerde de pozisyon kaçırmadı. Ferrari konusu karmaşık hâlâ. Sivok ve Ferrari'den birisi yerli olsa bu sıkıntılar yaşanmazdı. Yine de önceliki gidici Zapo olacak umarım. Aurelio'yu bir ara uzun konuşmak gerek, mükemmel oynuyor. Sevemiyorum, ısınamıyorum kendisine ama hakkını yememek lazım. Tekniği ve oyun becerileri açısından 1 sene daha çok rahat faydalanacağız gibi. Form tuttukça iyileşiyor, sakatlanmaması bu sezon etkinliğimizi arttırır.

Felix de Kuralar hakkında yazmış, o da burada.

Ernst: İnsan mısın?
Ernst: Beşiktaş'ın İşçisi
+ Bonus
Ernst: Yavru Kartallar

Beşiktaş ve Muhtemel Rakipleri


Beşiktaş; Schuster'e, elindeki kadroya ve bana göre bu sezon en gereksiz maçına çıktı. Önüne gelene yenilen rakiplerin umrunda olmadığı ülke puanını, ligde puan alma sıkıntısı yaşayan Bernd Schuster'in dert etmesi zaten bir komedi olurdu bana göre. Ama 2-0'lık galibiyet, Q7'nin morali, gönderileceklere son kez İnönü çimleri derken, sıra rakiplere geldi. Beşiktaş'ın 15 muhtemel rakibi var. 11 adet grup birincisi ve 4 tane Şampiyonlar Ligi 3.sü takımdan birisi Beşiktaş'ın rakibi olacak. Bu 15 takım; L'pool, PSG, Dinamo Kiev, CSKA, Villareal, Leverkusen, Sporting Lizbon, Stuttgart, Zenit, Spartak Moskova, Braga, Ajax, Twente, PSV veya Metalist, Man.City veya Lech Poznan'dan birisi olacak. Psv - Metalist ile City - Poznan grubu perşembe akşamı kesinleşeceğinden 14 ve 15.takımlar belli değil, şimdilik.

Şimdi, kim iyidir, kim değildir söyleyemeyiz ama takım adları ve fikstür, bir şeylerin önizlemesi olabilir. Son 32 maçları 17-24 Şubat tarihlerinde oynanacak. Daha rakipler belli olmadan Beşiktaş'a 1.kötü haber geliyor bile. 20 Şubat 2011 tarihinde fikstürde görünen maç kendi sahasında Fenerbahçe maçı. Bu maçın öncesinde Ankaragücü deplasmanı, sonrasında da Antalyaspor deplasmanı olması da göz ardı edilmemeli. Yani, Mart ayı Beşiktaş için çok iddialı girilebilecek bir ay da olabilir, moral bozukluğunun ayı da... En iyisi biz bu 15'liyi 5'er 5'er konuşalım.

1. 5'liyi kolay 5'li yapalım. Stuttgart, Dinamo Kiev, CSKA, Twente ve Spartak Moskova. Aslına bakarsanız, zorlama oldu farkettiğiniz üzere. Twente'nin McClaren ardından formu aynı düzeyde devam etse de Beşiktaş için ekarte edilebilir bir yumuşaklıkta. Stuttgart, can derdine düşecektir bu gidişatı ile. Kiev, sadece adı olan bir ekip şu sıralar. 2 Rus takımının da liglerinin bitmiş olmasını düşünerek aldım bu listeye. Bu 5 takımla da içeride iş bitirilebilir. Bu bakımdan avantaj.

2. 5'liyi ölüm 5'lisi yapalım. Man. City, Liverpool, Zenit, Leverkusen, PSG. Zenit'in de ligi bitti ama neden burada derseniz, Spaletti'nin neredeyse ligde gelen geçeni çizmesi ama Şampiyonlar Ligi'nde şimdi değil, gelecek sene oynayacak olması bu kupada ilerlemelerinin anahtarı olabilir. Zenit bu sene her maçına aşırı favori olarak çıktı ve her büyük maçı da rahatlıkla kazandı. Ligin çok üstünde kadroları var. Şubat ayında Rusya'da maç yapmak da e haliyle yani zor. Diğerlerini yazmaya gerek yok bence. Leverkusen'in bu sene Bundesliga'da Dortmund'u kovalayan ekip olması ve Dortmund'un elenmesi yüzünden lig fikriyatı, PSG'nin de kalecisinin siyahi olması (siyahi futbolcudan kaleci olmaz) ilk aklıma gelen Beşiktaş lehine cümleler. City yerine Lech Poznan olması ihtimali de var bu arada.

3. 5'li ise Lizbon, Braga, Villareal, Ajax ve Psv. Bu 5'liden ölüm 5'lisine koyabileceğiniz takımlar da olabilir rahatlıkla. Mesela Villareal. Ama bu 5'liden herhangi birisinin çıkması halinde ben, 2.maç bitmeden bir sonuç, tahmin yürütmenin, hele fikstür ve 2 ay gibi bir sürenin getireceklerinin yanında zor olduğunu düşünüyorum.

Beşiktaş adına hayırlısı olsun diyelim. Transferler, gelen gidenler derken Şubat ayı Beşiktaş adına belki de yılın en uzun ayı olacak...

15 Aralık 2010 Çarşamba

Sadri Şener ile Futbol Gündemi


Sadri Şener'in katıldığı spor programlarını dikkatle ve ısrarla kaçırmadan izlemeye gayret ediyorum. Çünkü, bildiğimiz "Başkan" sıfatının getirdiği tanımlamalardan farklı olarak, sürekli gülen, aklına geldiğinde komik hikayelerle, anılarla vs. olayı özetleyen bir adam. Yine bugün sorulan sorulara cevaplarını gayet içtenlikle verdi, yine 2 saatin bu kadar kolaylıkla nasıl geçtiğini anlamak zor oldu. Bir iki cümlesini yazayım ben de buraya... Soranlar Sinan Engin ve Melih Gümüşbıçak.

- Başkanım, stat meselesi ne oldu ?
+ Bildiğiniz gibi Trabzon'da düz yer kalmadığından denizi doldurup bir stat yapacağız. Dolgu ihalesi de bitti. Onu bekliyoruz. Bittikten sonra da terkedeceğiz eski stadı. Ne olur bilemiyorum. Ama 40.000 kişilik bir stadımız olacak.

- (Galatasaray maçında gol sırasında yaptığı hareketler izlenirken) Başkan da asisti yaptı orada.
+ 2 senedir maç izliyorum Adnan Polat ile beraber. İyi de dostumdur. 2 senedir maç bittikten sonra "geçmiş olsun" diyip gidiyor. Ya bir kere de ben bu adama "geçmiş olsun" diyemeyecek miyim kardeşim diyip duruyordum her seferinde. Çok şükür bu kez oldu.

- Bir soru var Gümüşhane'den. "Başkanım, ben Gümüşhane'liyim. Gümüşhane'li olduğum için Trabzonspor'u desteklemem taraftarlar ve çevremdekiler tarafından yadırganıyor. Trabzonspor'un adını daha Karadeniz illeri için uygun bir şekile çevirsek, olmaz mı?"
+ Trabzon Gümüşhanespor yapsak mı acaba ? Olur mu canım öyle şey. En iyisi Gümüşhane'yi Trabzon ilinin içine katalım. Daha iyi olur.

- Transfer meselesi ne olacak başkanım ?
+ Valla, ben o işlere karışmıyorum. Zaten olanı da Şenol Güneş sattırmıyor. Satamıyoruz oyuncuyu. Hoca hemen sattırmıyor. Yollamıyor takımdan vallahi. Ben artık parasal kısımlarla ilgileniyorum. Takıma karışmıyorum.

- Kulüpler Birliği toplantılarında ne yapıyorsunuz?
+ N'apalım, pastalar filan var onlardan yiyoruz.

- Yurtdışında da özellikle gurbetçiler Trabzonspor'lu. Yurtdışı kampları da renkli oluyor o yüzden.
+ Panayır gibi. Yazın 2-3 günlüğüne gidiyorum kampa. Bir bakıyoruz kucaklarında çocuklarla adamlar. Diyor ki; "Başkanım 400 km yoldan geldik, akşam eve döneceğiz" Ya 400 km'den gelinir mi ? Geliyorlar. Biz de kırmıyoruz fotoğraf felan çektiriyoruz işte. Para da kazanıyoruz, çünkü dolduruyorlar stadı.

- Başkanım, bilet konusunda sıkıntıları varmış. Yoğun mailler var. Bilet isteyenler var.
+ Çok ilginç bizimkiler vallahi. Biletler Sadri Şener Tesisleri'nde de satılıyor diyoruz, adamlar biletleri benim verdiğimi sanıp beni arıyorlar bütün gün. Mailde de bilet mi istemişti taraftar. Parayla mı istemiş bedava mı istemiş yanlarına not düşsünler. Parayla istiyorlarsa p, bedava istiyorlarsa b yazsınlar.

- Son olarak, bir mail var okumam gerekli. "Başkanım, Tonya'lılar ve Vakfıkebir'liler için bu P ve B olayı işe yaramaz. Onlar P'ye B, B'ye de P derler. Karışır vallahi."

- Trabzonspor Tv meselesi ne olacak Başkanım ?
+ Vallahi, Saner Ayar ile görüştüm. "Zarar ederiz" dedi bana. Yanılmıyorsam sadece Fenerbahçe Tv kafa kafaya bu "gelir-gider" olayını götürüyormuş. Şimdi biz zarar edeceksek, gerek yok. Zaten 2-3 tane yerel kanal var, onların da ekmeğine mani olmayalım biz. Hoş, onlar da beğenmiyorlar yaptıklarımızı ama olsun. Hepsini tanıyorum. Benim ahbaplarım.
- Beğenmeyenler de var yani, bu duruma rağmen !
+ Bizim orada bir şey beğenilir mi zaten.

- Borçlar ne durumda ?
+ 105 Trilyon, eski parayla tabii, borcumuz var. Ama çevrilebilir borç. Gelirlerimiz var. Şampiyon olursak 45 milyon gelirimiz olacak. Avrupa'ya da gidince 60 milyon lira yıllık sadece Digiturk'ten gelir. Ondan sonra da kimseye selam vermem. Düşünsenize ondan sonra caddede yürüyüşümü. Size de yemek ısmarlarım artık.

- Şimdi, Trabzonspor'un 5 maç kaybetme lüksü var. Bu lüks, diğerlerinde yok. Büyük maçlarda kaybedilmezse dışarda, biter bu iş sanki.
+ Şimdi Sinancığım, 5 kere 5 25. Oradan beraberlikler felan...
- Başkanım 5 maç 3 puandan 15 puan eder.
+ Yok ben maç başına 3 puana verilen parayı hesaplıyordum. Kaybımız ne kadar olur diye.

14 Aralık 2010 Salı

Ali Sami Yen'in Unutulmaz Günleri #2 || 100 Milyon Liralık Bilet


Sene 99. Lisede bile değilim. Ortaokul yılları. Galatasaray'lılık benim için Cine 5'te her hafta maçları izleyip, galibiyetlere sevinmek gibi bir rutine binmiş durumda. Ama Avrupa dersen, Hagi'nin Athletic Bilbao'ya attığı golden sonra amcamın koluna o sevinçle vurmam, Rosenborg maçında Arif'in golünden sonra elimdeki kalemi sevinçle duvara fırlatıp kırmam, Rapid Wien maçında Hagi'nin golüne tepki olarak sadece ayakta alkışlamam gibi şeyler. Daha eskisi olarak da Kubilay Türkyılmaz'ın Manchester United'a attığı gol gibi nerede ağları olan bir file görürsem o kısma kaymak gibi absürtlüklerim de vardır. Hoş, o zaman o maçın 3-2 bittiğini sanmıştım ama Hayro vardı kalede. O'nu sadece "kova Hayrettin, yapma Hayrettin" olarak tanıyordum. Her neyse. Rakip Milan'dı.

Bir maç önce oynadığımız Hertha deplasmanında durum 1-0 olunca, yine evimize döneceğimizi sanmıştık ama Hakan Şükür effect, pijamalı kaleci Kiraly ve efsanevi orta saha sayesinde "çok güzel, harika, şahane, süper" kelimeleri eşliğinde 4-1'i görmüş, üstüne Terim'in "Berlin'liler üzülmesinler, biz haftaya Milan'ı da yeneceğiz ve sizi gruplardan çıkartacağız" sözlerini duymuş birisi olarak "Milan'ı yenmek" gibi bir düşünceye bürünmüştük taraftarlar olarak. Her neyse, evdeki milletten dolayı bana maç izlemek için verilen televizyon sadece 37 ekran olunca, babaannem ve dedemin yanına çıkmıştım. 55 ekrandı o neticede. Onlar da benim yüzümden Galatasaray'lı idi. Hele babaannemin Galatasaray'lılığı Tanju, Simovic ve Denizli'ye kadar gider ki, efsanedir. Favori argümanı da; "Avrupa'ya ülkeyi biz tanıttık, Simovic elinde bayrağı ile dolanırken siz kapının önünde dolanamıyordunuz. Tanju altın ayakkabıyı Galatasaray ile aldı" gibi tarihi şeylerdir ve muhteşemdir. Dedemin de Mustafa Denizli'nin "Allahım sana şükürler olsun" cümlesini yaşsız gözlerle izlediğini ben görmedim.

Çıktım yanlarına. Galatasaray kadrosunu ezbere biliyorum. Milan desen, nereden bileyim George Weah'ı, Roberto Ayala'yı. Şimdi isimlerini rakip olarak yazarken bile aha 2 tane yedik diyorum ki daha Sheva, Gattuso, Albertini, Helveg gibileri de var. Neyse tribünler tıklım tıklımdı. Maç öncesi haberlerde şöyle bir cümle gelmişti muhabirden; "Ali Sami Yen'de maç biletleri için stat çevresinde 100 Milyon Lira bile verenler oldu". 11 sene önce 100 milyon lira ile bir ay ev geçindirenler vardı. Babaannemin "manyak mı bu adamlar o kadar para veriyorlar, bir de yenilirsek ne olacak" realizmini duysalardı evlerine dönerlerdi muhtemelen. Neyse ki ilk düdük geldi.

Sheva, 7 sene sonra Servet'i nasıl peşine takacağını cümle aleme gösterir gibi Ahmet Yıldırım'ı 10 metrede geçip, George Weah'a golü attırınca, yine aynı nakarat herhalde dedik sadece. Weah'ta forma altından forma çıkartmıştı nedensizce. Sonrasında da sessizliği bozan o gol geldi. Hasan hep sağ kanattan gölgesine çalım atardı, Okan hep pres yapardı ve Capone arka direkte hep boş kalırdı. Bu yazısız kural yine gerçekleşti. Spiker bile evet durum 1-0 demişti içinden. 1-1 girilen bir devre. 1 gol ve gerisi onu savunmak. Bu kadar. Olabilir miydi ? Galatasaray, bir yerlere devam edebilir miydi ? Giunti, düşünceleri bitirdi. 1-2 oldu. Ardından Terim, 5 dakikada 3 efsane değişikliğe imza attı. Hiç unutmam Popescu - Arif ve Hagi. Hagi'nin çıkmasına o kadar homurdandı ki taraftar, sanki o an bitmişti her şey. Ama hiç bir şey bitmemişti. Milan, savunmasını kurmuş, duvarını yapmıştı ama orada bir kadife ayak ve bir kule vardı. Ergün Penbe ve Hakan Şükür.

Ergün'den sonra Galatasaray'da kanattan muz orta kesen olmamıştı. Öncesinde de Cevad Başkan dışında da sanmıyorum birisi olsun. Her dakika binbir olasılık düşünüyordum sadece. Şimdi bir tane atsak, son dakikada bir tane daha 3-2. 80'de atsak, son dakika 3-2. Hep son dakika golünü aklımdan geçiriyordum da o ilk golü bulamıyordum işte. Ergün öyle bir orta kesmişti ki, o top Hakan Şükür'ün kafasına gidene kadar ne görse onu geçip o kafaya gidecekti. Öyle bir ortaydı işte. Hakan vurdu, Abbiati kımıldayamadı. O ilk gol gelmişti. Gerisi son gole. Ama nasıl. Yine bir orta. Hakan sıçradı. Çırpındı havada. Düştü. Bir düdük. Dedim ki attı diye kart. Çünkü, görmemiştim böyle bir penaltı Türkiye'de. Hem de böyle bir rakibe. Hakemin eli penaltıyı gösterdi. 17 Mayıs 2000 günü jöleli saçlarını geriye yatırmış olarak gördüğümüz o İspanyol hakem Lopez Nieto, penaltıyı çalmıştı. Hakan Şükür koştu ve bıraktı kendini sevinçten.



Aklımda tek şey vardı. Kaçırırız herhalde. Nedensizce kendimi olumsuza hazırladım sadece. Ümit geldi topa da. Hakan Şükür varken neden Ümit ? Bu niye vuruyor ? Kaleci kurtaracak vs. vs. Vurdu. Topun gol olduğunu, Suat'ın eşini neredeyse tribünden düşüreceğini ve oturduğum yerden sevindiğimi hatırlıyorum. Büyük bir şaşkınlık ile. Milan'ı yeniyorduk. 86.dakikada 2-1 yeniktik. Maç biterken 3-2 idi. Aradan 5 dakika geçmemişti. Tribündekiler de artık o kadar sinirleri boşalmış bir taraftar topluluğu olmuştu ki, o besteler felan gitmiş, bu skor yüzünden akla gelecek tek marş olan "re re re ra ra ra Galatasaray Galatasaray Cim Bom Bom"dan başka bir şey söylemiyorlardı. Evde benim bile golden sonra aklıma sadece bunu söylemek gelmişti. Son düdük geldi. Suat tribünde, biz koltuklarda, magandalar ellerinde silahlar ile galibiyete inanmaya çalışıyordu sadece. Babaanne realizmi ile farkına varmam kısa sürdü zaten.

"Verdikleri para boşa gitmedi en azından"

Ali Sami Yen, o gün tarihinde göreceği 2 Avrupa Kupası'ndan birisine giden yola tanıklık etmişti sadece. Dahası, 1 sene sonra o Milan, Galatasaray'ın şamaroğlanı haline gelecek, keşke hep Milan ile oynasak durumuna kadar gelecekti...

13 Aralık 2010 Pazartesi

Gole Giden Hoca





Görselleri TS resmi internet sitesinden aldım, birleştirince şöyle bir şey çıktı. Lider'e hediyemiz olsun, bu adamın katkısı büyük sonuçta. Resime tıklayıp orjinal boyutuna ulaşabilirsiniz.

"Trabzonspor'un Şampiyonluk Süreci Başlamıştır"




2007-2008 sezonunun 9. haftası idi. Gittiği her takımda, istisnasız, kadro sıkıntısı çeken ve gittiği her takımda 2-3 yeni isim dışında çekirdek kadrosunu değiştirmeyen Ziya Doğan'ın Trabzonspor'u, 5.dakikada 2-0 öne geçtiği maçta Beşiktaş'a yenilince, suyu kaynamış, kaynamanın da ötesinde artık Altar'ın oğlu Tarkan'ın içerisine girip kemiklerini iyileştirdiği o su sıcaklığı seviyesine kadar gelmiş ve Trabzonspor'dan eriyip gitmişti. Yerine Trabzonspor Lig Tv yorumculuğundan bir transfer yaptı tabii ki. Ersun Yanal.

Ersun Yanal, gelir gelmez Trabzonspor gibi bir takım için, Trabzon gibi bir şehrin dinamiklerine ters çalışmaya başladı. "Her maçı kazanmalıyız" düşüncesinin 2.planda olduğu bir düşünce ile geldi. Geleceğin sezonunun takımını kurmak için sistemini kurmaya başladı. Bu uğurda öyle kötü maçlar çıkarttı ki, başkan desteği olmasa kupada aldıkları Adana Demirspor mağlubiyetinden sonra bile Trabzon dinamiklerinde yollanabilirdi. Beklendi. Hoca da bekledi. Avantajı, yönetimin değişecek olması ve yeni gelen isim olan Sadri Şener'in ona verdiği destek idi.

2008 - 2009 yazında Trabzonspor, haberlerin gündemindeydi. "20 oyuncu aldılar, 21 oyuncu aldılar, 22. de geldi" cümlelerinin ardından "bu kadar adam uyum sağlar mı" cümlelerini duymaya başladılar. Bu cümleler aslında Ersun Yanal'ın işine yarayacak cümlelerdi. Çünkü "20-25 adam aldılar" cümlesinin aslı 7-8 transfer yapmış olmaları idi. Geri kalan futbolcular Trabzon Karadenizspor, Akçaabatsebatspor gibi takımlara giden futbolcular idi. Her neyse, asıl önemli konu ise Ersun Yanal'ın 13 Temmuz 2008 günü Gerede kampında söyledikleri ve basına düşen sözleridir. O gün, şunları söylemişti Yanal;
''Bizden beklentilere cevap vermek gerekiyor. Öncelikle uzun yıllar oynayabilecek bir kadro kuruldu. Camiamızın, yönetimimizin, taraftarlarımızın ve bizlerin tam mutabakatı ile kurulmuş olan bu takımın kaynaşması ve uzun yıllar bir arada oynamasını sağlamalıyız. Avrupa kupalarına katılmak, hatta bu güveni vermek öncelikli hedefimiz. Milli takımlarda çok sayıda oyuncu bulundurmak, taraflı tarafsız herkesin ilgisini çekecek, izlemek isteyeceği bir takım ortaya çıkarmak amacımız olacak. Trabzonspor'un kriteri şampiyonluklar yaşayacak bir kadronun oluşumudur. Bu süreç başlamıştır. Bundan sonra da şampiyonluğa ulaşacak, merdivenleri tek tek çıkacak bir takım yaratılmıştır. Taraftarlarımızın da bu takıma karşı kredili ve toleranslı, yaklaşmaları, herkesi ortak düşüncesiyle alınan bu oyunculara destek vermeleri gerekiyor. Eğer bunu başarabilirsek mutlu yarınların hayalini pek ala şimdiden kurabiliriz.''

Hani, filmlerde, romanlarda, dizilerde bazı karakterler olur, kendilerini birileri veya bir şeyler için feda ederler, bizler de izlerken üzülürüz ardından ama en sonunda birisi çıkar ve karakter hakkında "o zaten kanser idi, en fazla 3 gün yaşardı, zaten ölecekti ama söylemedi" cümleleri ile zaten malum olan şeyi bize ilan eder. İşte Ersun Yanal, bu filmlerde öleceğini bilmesine rağmen kendisi feda eden adam olmuştur aslında. Bunu da biz, yeni görüyoruz, o kadar.

Ersun Yanal'ın kadro hataları yok mudur ? Zamanında vardır. Evet. Rotasyonu yapacak oyuncu sayısının az olması, Ceyhun gibi transferleri takıma bir türlü yerleştirememesi, 2007 - 2008 sezonunun son 3 haftasında Tolga'nın yerine görev verdiği, üstelik kendisinin transfer ettirdiği Onur Kıvrak'ı yeni sezonda Tolga'nın hatta Sylva'nın arkasında kullanaması, Gökhan Ünal ve Umut Bulut'un becereksizlikleri, 29 kişilik kadroda sadece 20 kişiyi kullanması, Yattara'nın 4 hafta derken 15 hafta sakatlık yaşaması ve Katar mevzuusu vs. vs. Her birisi dönemde konuşulabilecek teknik taktik idari mali konular. Dahası, Trabzon şehrinde "Şampiyonluk" kelimesi geçen cümleleri kurup, üstüne 2-3 maç kazandığınız zaman, üzerinizdeki baskının hesaplanabilecek bir değeri yok. Sadece "çok fazla" demek yeterli. Şu da var aslında. Trabzon, yönetim ve şehir olarak hep Şenol Güneş'i bekledi. Teknik, taktik gibi şeyler de aslında şimdiki zaman için bir anlam ifade etmiyorlar. Anlam ifade eden şey de kurulan kadrodur aslında.

Bakın, 2007 - 2008'in son maçında Trabzonspor'un son maç kadrosunu yazayım;
Onur - Çağdaş Atan, Musa Büyük, Mustafa Keçeli, Ferhat Çökmüş, Hüseyin Cimşir, Ayman Abdelaziz, Serkan Balcı, Ergin Keleş, Yattara, Umut Bulut.

2008 - 2009'un ilk maçında Trabzonspor'un ilk 11 kadrosu ne idi ? Tolga, Serkan, Song, Egemen, Cale, Colman, Hüseyin, Selçuk, Yattara, Gökhan Ünal, Umut. Bu kadro, içerisinde değişen 2-3 isim (Tayfun Cora-Giray vs.) ile beraber ilk 17 haftada sadece 2 kez yenildi. Birisi Galatasaray deplasmanı, ki Gökhan - Umut biraz düzgün vurabilseler toplara ilk 30 dakika daha farklı olabilirdi, diğeri de Bursa deplasmanı, ki bu deplasman öncesinde de Sercan'ın cezası maçtan 1 gün önce 1 maç indirildi ve aynı Sercan 5 m ofsayttan 90.dakikada attığı gol ile maçı getirdi. Dahası, bu sezonda son haftalarda, son saniyede Fenerbahçe'ye yenilmemiş olsalar idi, Şampiyonlar Ligi elemesi oynayacak olan takım 2.sıraya yükselen Trabzon olabilirdi.

2010 - 2011 sezonunda 16.haftada çıkan kadro ise şu; Onur, Serkan, Giray, Egemen, Cale, Selçuk, Colman, Yattara, Umut, Jaja, Burak. Bu kadrodan Giray'ın da Ersun Yanal transferi olduğunu söylemeye gerek yok sanıyorum. Her ne kadar O'na hakkını helal etmemiş olsa da... Sonradan giren Alanzinho'nun da. Ceyhun Gülselam'ın da. İlk yarıyı lider bitirdikleri gerçeği de var.



Bundan sonra sorun ne olur, derseniz, yönetim de değişmeyeceğine göre sözleşmesi biten futbolcular konusu bir sorun olmazsa, bu temponun verilecek ara sebebiyle durması, dönüşte sekteye uğraması ihtimalinden başka bir şey görünmüyor ufukta. Ama bir ihtimal daha var kardeş, o da orası Trabzon. Her şey olabilir.

Ama gerçeği söyleyelim, bu şampiyonluk ihtimali, bu güzel oyun, ilk yarı liderliği nasıl Öğretmen Şenol Güneş'in hakkı ve payı ise FM ve CM'ci ve bu kadronun yaratıcısı Ersun Yanal'ın da payıdır... Dahası, 2002'de saç traşı ve takım elbisesinden dolayı yerin dibine sokulan ve olması gereken bir teşekkürü çok görenler için, bu tebriklerin ne zaman yapılacağı da ayrı bir muamma ya neyse...