9 Kasım 2010 Salı

"Sen benim hazin öyküm, bitmeyen türküm..."

Yazıya direk maç sonrasından başlamak belki yanlış, fakat bir girizgah bulmam gerekti. Affola...

Maç sonu düşündüğüm ilk şey "iyi ki her maç sonrası düzenli olarak yazması istenen profesyonel bir yazar olmak yerine keyfekeder bir çizer olduğum" idi. Zira maçla ilgili yazacak birşeyler bulabilmek gerçekten çok zor. Maç öncesi gerek dost, arkadaş meclislerinde, gerekse buralarda küçümsenen maçların klişesi haline gelen tabirleri kullanmaktan çekinmeyen bizler, şimdi başımız ellerimizin arasında kara kara düşünüyoruz. "İnönü'de şu Kasımpaşa'yı yenemiyorsak bu ligi boşuna oynamayalım." Eee, ne olacak şimdi?

Kayıpla geçtiğimiz bir maç sonrası "Oluruz Oluruz" başlıklı bir yazı yazıp yine de umut vermeye çalışan bir kardeşiniz, arkadaşınız olarak -ama Beşiktaş'ın olduğu yerde umut hep vardır demeyi de unutmadan- ilk kez bu derece yüklü bir kasvet içindeyim. Sebebi alınan skor değil, oynanan futbol da değil hatta. Her takımın kötü oynamaya, rezalet gününde olmaya bile hakkı vardır bahsedilen şey futbolsa. Beni umutsuzluğa sevkeden şey ise çarpıklık. Çarpıklıktan kastım olmayacak nedenlerle birşeyleri çarçur etmek. Futbol lugatında kötüsü olmayacak şeyleri bile kötü yapar hale gelmek ve en önemlisi; futbolu hepimizden kat kat daha iyi bildiğine inandığım teknik heyetin, hiçbirimizin yapmayacağı yanlışları yapması ardı ardına.

Belediye maçına tek ön liberolu ve merkez forvetsiz düzenle çıkıldığında hepimizin en azından bir tesellisi vardı. Hoca takımda bazı şeyleri görüyordu, ligi tanıma aşamasındaydı ufaktan. Olmayacağını da görmüştü artık. İyi bir ders, hatta hayırlı bir kayıp olmuştu. Tekrarı yaşanmazdı nasıl olsa.

Bugün üzücü olan o temel hataları tekrar görmektir benim açımdan. Bir takım aynı sahada aynı maçı 3 kez farklı rakiplerle oynayıp hepsinde kayıp yaşıyorsa artık umut beslenecek ya da iyi tarafından bakılabilecek bir zerre dahi kalmamıştır. Hocaya güvenilmesi taraftarı olan ben ve benim gibilerin dün akşam maç bitimiden itibaren hocayı anlayamamasının başlıca sebepleri vardır. Bunları birkaç maddede toplamak gerekirse:

- Orta saha boşaltılıp forvet alınarak gol atılmaz.
- Barca bile 3 çift yönlü orta saha ile oynarken bizim bu sayıyı zaman zaman teklememizin mantığı yoktur.
- Hocanın oyunculara şut çekmeden gol atılamayacağını ve kale çizgisine kadar verkaç ya da arapası yapabileceğimiz bir maçın günümüz futbolunda hiçbir zaman karşımıza çıkmayacağını anlatması gerekir.
- Kilitlenen oyunu açmak için kanatları iyi kullanmak şarttır, beklerinizden biri Erhan ise bu imkansızdır.
- Kayseri deplasmanında ilk 11 başlayan Onur, geçen maçki kritik hatasına rağmen maçın en iyisi olan Necip, artık belli maçlarda kullanılabilecek Yusuf ve gerek Beşiktaş siftahını yapması, gerekse buzları eritmek açısından Fatih bu maçlarda oynamayacaksa rotasyon denen davadan çakoz ettiğimiz nedir?
- Nobre sakat ve Kartal yedek forvetsizken Fatih'î 18'e almamak ayrıca altı çizilesi bir yanlış değil midir?
- Aynı şekilde Zapo-Ferrari sakat ve takım "yedek stopersizken" iki sahada, iki klübede toplam 4 ön liberodan sadece tekiyle 90 dakikayı bitireceksek eğer, Fink ya da Necip yerine Atınç Nukan daha akılcı bir seçenek olmaz mıydı örneğin? Porto deplasmanında Toraman kırmızıyı gördüğü vakit forvetten birini çıkarıp Zapo'yu almak yerine Aurelio'yu stopere çekerek anlayışından taviz vermeyip hepimizin takdirini kazanan hocamız, dün Aurelio'yu da çıkarırken Toraman veya Ersan sakatlanırsa ne olur diye düşünmedi mi acaba, merak içindeyim.

Bunun yanında Beşiktaş'ın her halini en iyi bilen merci olan taraftara, yani bizlere de birkaç serzenişim olacak. Tribündekine, Forza'dakine, kahvedekine, sokaktakine, sana, bana, ona, herkesedir bu sual ve serzeniş. Kendimize soralım, dürüst cevaplar verelim.

- "Aşığın gözü kör, kulağı sağır" misali iki süper yıldızın esas gedikleri gözardı etmemize yol açmasına daha ne kadar izin vereceğiz? Takımdan gelmiş geçmiş en iyi Beşiktaş gibi bahsetmekten ne zaman vazgeçip işe uyanacağız?
- Her Rüştü-Hakan kıyasında Rüştü'yü tercih eden ve buna göre yorum yazan bir kardeşiniz olarak soruyorum. Dünkü golü Hakan yese verilen tepkinin kaç katıyla karşılaşırdık?
- Nihat her yerden yere vurulduğunda onu savunan, hatta zaman zaman tek ve tük kalan adam olarak soruyorum. Guti yerine o penaltıyı dün Nihat kaçırsa kızılca kıyametin hangi biriyle müşerref olacaktık acaba? Ama Guti kaçırdı, Guti ilah. Yavaş be abi, ilah varsa Beşiktaş'tır.
- Mersin ile oynadığımız kupa maçında o yağmur, çamurda oraya gelen 5 bin kadar taraftar adeta kitabını yazmışlardı işin. Nitekim o maçta da Kasımpaşa'dan çok daha zayıf bir takıma 100 (ya da doksan küsür) dakika gol atamayan bir Beşiktaş vardı sahada. O gün hiç desteğini kesmedi o taraftar. Taraftar olmak tarafında olmaktı çünkü. Porto'yu orada elimizden kaçırdığımız maç akşamı bana "Eyvah, bu maçta Hakan da Nihat da iyi oynadı. Yenilsek günah keçimiz de yoktu." dedirtebilen bir taraftar profili olmaya doğru giden bizlerin, taraftarlık vazifesinden bihaber olan bizlerin topçu vazifesini yapmadığında köpürmeye o kadar da hakkı yoktur kanımca.

Tüm bunların ışığında yine söylüyorum. Beraberliğe üzülüyorsam, sonucaysa bu sitemim namerdim. Dün maç 1-1 olduğunda galibiyet golünü attığımızda kendimi tutup sevinmeyeceğime dair söz verdim. Sevineceğim tek şekil, galibiyet golünün Nihat ile gelmesiydi. Penaltı geldi aslında, ama Guti kaçırdı. Kaçtı diye de üzülmedim, çünkü her fırsatta zembereğini Beşiktaş'a boşaltmaktan haz duyanların o gol sevinciyle çılgına dönmeleri yerine puan kaybından sonra "Sen şampiyon olmasan da", "Neyleyim cebimdeki milyon doları", "Bitmesin dertler s...me kadar" diyen kardeşlerimi etrafımda görmeyi yeğledim. Eyyamcılar iptal ettiği golün korkusundan penaltı çalabilir, ama sonucu Beşiktaş belirler. Ve sonucunu Beşiktaş'ın belirlediği her maç kansere adım adım yaklaştıran bir araçtır. Lakin Beşiktaş'tan gelen kanserli hücre bile ayrı nimettir anlayana. Holosko çıkıp Tabata girerken ben amcamın sıkça tekrar ettiği "kanserden çözüp vereme bağlamak" sözünü hatırlar, acı bir tebessümle, ama yine de tebessümle canım Beşiktaş'ıma selam ederim.

Sayılmayan golle maçın bitiş düdüğü arası sanıyorum 3-4 dakika ve bu kadar kısa sürede bir şizofreni komplekse sokacak kadar gelgitler yaşayan ben, dandik bir doksan dakika 1-1 berabere bitti diye hıncını Beşiktaş'a kusacaklardan değilim. İşler mi be :)

Son olarak temas etmek istediğim nokta bu yazının değil, bu sezonun değil, Beşiktaşlılığın en can alıcı noktalarıdır kanımca.

Ben, ilk yarısını 3-0 galip kapattığımız maçta oğlunu uyutup maç 3-3 bittiğinde soluğu tesislerde alarak Şifo'ya "Ben sabah oğluma ne derim kaptan?" diyen adam tanırım, Beşiktaşlıydı.
Ben Kezman'ın golüyle 1-0 kaybettiğimiz Fenerbahçe maçından sonra günlerce hayattan soyutlanan, sakal tıraşı olması gerektiğini babasının "aczimendi" benzetmesiyle hatırlayan adam tanırım, Beşiktaşlıydı.
Ben Liverpool maçında o malum skordan sonra Çarşı kaşkolunu açan abiyle oturup iki çift laf etmedim, ama nerede görsem tanırım. Beşiktaşlıydı.
Ben Beşiktaş'ın küme düşme adayı olarak gittiği Zonguldak deplasmanını "O günleri gördük ama yine de vazgeçmedik." diye gururla anlatan Beşiktaşlı babamı da iyi tanırım ve derim ki; keşke biz de o günlere yetişebilsek, o acılarla yoğrulabilseydik. Bugün en ufak bir esintide savrulmayacak dirayeti gösterebilmek adına...

Bizim bu yukarıda anlattığım acıları yaşayan insanlardan hiçbir farkımız yok. Ne canımız onlardan daha kıymetli, ne de Beşiktaşlılığımız onlardan daha az olmalı. Aynı şekilde kısmet olursa oğlum ya da kızım olacak eşek sıpası da Kasımpaşa maçı gecesine benzer geceler yaşamalı şerbetli Beşiktaşlı olabilmek adına. "Beşiktaşsın sen bizim canımız" hesabı.

Ne şampiyonluk ne de Avrupa için gerek takıma, gerekse bizlere umut teşkil etmek adına yazılmadı bu satırlar. Yalnızca belki birileri çıkar omuz verir de şu eski Beşiktaşlılığın üzerindeki tozları üfleriz belki. O zaman her şampiyonluktan daha kutlu bir günümüz olacak. Fakat yine de ricamdır, Almanca ya da İspanyolca bilen arkadaşlar şu besteye bir el atsınlar.

"Ne zaman şampiyonluk diye bağırsak, kursağımızda kalıyor
Söylesene bize hoca, takım niye oynamıyor?"

Şu da unutulmasın bitirirken. Adaletsizce dağıtılan ve layık olmaksızın taşınan o formalar milyonlarca Beşiktaşlı çocuğun hayalidir, kahramanlık öyküsü, bitmeyecek türküsüdür.

"Sen benim hazin öyküm, bitmeyen türküm..."

1 yorum:

MuratE. dedi ki...

eline sağlık be usta