4 Mart 2011 Cuma
"Türkiye'de Futbol Bir Din" | Manuel Cascallana Röportajı
Türkiye Ligini tanıyan bir yabancı ile sohbet farklı şeyler çıkarabilir ortaya dedim. Sonuçta profesyonel oyuncular gibi "ee Türkiye güzel, rekabet var, İspanya öyle işte" gibi klasik kalıplardan öte bir içerik oluşturabilecektik. Beşiktaş, Schuster, Atletico, Torres, West Ham, Nasıl taraftar olduğu... Röportajın sonunda BJK ile tanışması var. Benim favorim o kısım. -durun! oraya atlamayın hemen. eheh- Bu arada fikir aşamasında "bir el atın hacılar" dediğim chaogrey, lappappa ve keremsefa'ya teşekkürler. Neyse, daha fazla uzatmadan geçelim.
İlk olarak, kendini tanıtır mısın bize?
Manuel Perez-Cascallana. 5.4.89'da Madrid'de doğdum. Tüm sporları severim ama özel ilgim futbola. Benim için futbol bir din gibi. İspanya Futbol Federasyonu'nda ikinci seviyedeyim ve spor bilimlerinde son senem. Aynı zamanda gazetecilik de okuyorum.
Carlos Cascallana'nın kariyeri hakkında biraz bilgi alabilir miyiz?
C.Cascallana, İspanya'nın kuzeyindeki Leon köyünde doğdu. 18 yaşındayken eğitim için Madrid'e gitti ve 22 yaşında Atletico Madrid'de çalışmaya başladı. Başlarda küçük oyuncular ile çalışıyordu ve adım adım ilerledi. Sonunda Atletico'nun A Takımının kondisyoneri oldu. 10 Yılda bir sürü Hoca ile çalıştı ve bunlardan biri Aragones'di. Onunla beraber 2 İspanya kupası kazandılar.
Babam kondisyonerken, Schuster Atletico'da futbolcuydu. Birbirlerini oradan tanıyorlar ve iyi ilişkileri vardı. 2008-09 sezonunda Aragones Fenerbahçe'yi çalıştırırken çağırdı. Babam Atletico'da sıkılmıştı ve kabul etti. Bir sezon sonra Aragones gönderilince babam da boşta kaldı.
Schuster, babam ile iletişime geçti geçen yaz. Yeni işi hakkında konuştu. Babam, Bernd'e "Taraftarları Türkiye'nin en iyisi. İnönü müthiş bir ortam ev sahibi takım için, fakat misafir için çok zor" dedi Beşiktaş ile alakalı. Şimdi Beşiktaş'ta çalışıyor ve umarım, bu uzun süre devam edecek.
Beşiktaş iyi oyuncular transfer etti. Başlarında yeni bir hoca var. Ancak tabloda başarısızlık görünüyor. Sorun ne olabilir sence?
Evet, bu doğru. Görmek için tabloya bakmak yeterli. Ancak yeni hoca, yeni insanlar, ilk aylar, ilk sezon... Büyük ve güçlü takımların oyuncuları birbirlerini tanımak için zamana gerek duyarlar. Gelişim günden güne devam edecek. Beşiktaş ilk 4'e girecek ve Türkiye kupasını alacak. Bundan şüphem yok.
Şimdi gelecek sezonu düşünmek lazım. Bu takım ile şampiyon olunmalı, kupa alınmalı ve avrupa'da mümkün olduğunda ilerlenmeli. Amaçlar böyle olmalı. Umarım taraftarlar bu seneyi bir geçiş yılı olarak görürler. Asıl iş önümüzdeki sezon.
Babanın uzmanlığı ile ilgili bir şey sorayım. Türkiye'deki futbolcuların fiziksel özellikleri hakkında ne düşünüyorsun? 70'den sonra yorulmaya başlıyor çoğu. Haftada 3 maç yapmaktan şikayet edenler var. Bence yeterli değiller.
Türkiye'de futbol bir din! Şaka yapmıyorum. Her ülkede futbol sevilir ama Türkiye'de farklı. Bununla birlikte, futbolcular da işlerine aşık. Birinci dakikadan itibaren deliler gibi koşmaya başlıyorlar. Tüm maç böyle oluyor, ancak böyle olmamalı. Futbolcu gerektiğinde koşmalı, böyle olmazsa 70'den sonra pozisyonunda sabit kalmaya başlıyor.
Ayrıca Türkler diğer Avrupa Liglerindeki takımlar gibi 3 günde bir oynamaya alışkın değil. Çünkü 5 yıl öncesinin futbolu önemli avrupa futbol ülkeleri kadar iyi değil. Ancak şimdi işler değişti. 3 Yıl içinde Kıtasal Şampiyonaya 3 takım gönderebilir Türkiye. Yerli oyuncular gelişiyor ve diğer ülkelerden yıldızlar var. Guti, Simao, Quaresma, Baros, Niang... Daha da fazlası.
Ayrıca ulusal takım iyi şampiyonalar çıkarttı. 2002 Dünya Kupası ve Son Avrupa Kupasını hatırlıyorum.
Sana Bobo hakkında bir soru sormuştum hatırlarsan. Ertesi gün gazetelere kadar gitmişti olay. Ne olmuştu orada?
O gün uyuyordum, annem aradı. "Manuel sen ne yaptın? Neden gazetede adın var?" dedi. "Bilmiyorum, merak etme sen" dedim ben de. Annemi endişlendirmişlerdi. Üzücü olan buydu sadece. Daha sonra Sefa mesaj atıp durumu anlattı. Bu konuyla, haberi yapanla ilgili bir sorunum yok tabii. Twitter açık bir ortam ve gazetecilerin yaptığı iş de bu.
Bizim taraftarlarımız takımlarına aşıklar ve sadıklar. Ama bir yandan da hemen başarı isteniyor. İstikrar için sabrımız yok. Bunun oyuncular ve hocalara yarattığı baskı için ne düşünüyorsun?
Bu takım yeni ve daha fazla birlikte oynamalı. Futbolcular iyi yönde ve Schuster'in onların hocaları olmasını istiyorlar, buna eminim! Her maçta elinden geleni yapıyorlar ama bazen şans yanlarında olmuyor, bazen hakemler, bazen de diğer şeyler... Bu sene bu bahaneler kabul edilebilir ama seneye değil. Seneye ülkedeki en iyi takım olacak, çünkü en iyi kadro ve hoca burada.
Schuster'in sözleşmesini bitirene kadar burada kalacağına inanıyor musun? Türkiye'de, pek alışkın değiliz sözleşmesini tamamlayan hocalara.
Bu onun seçimi değil, başkana bağlı. Schuster'in sözleşmesini bitirene kadar kalmak istediğini biliyorum. Hatta bittikten sonra da kalmak isteyecektir çünkü taraftarları ve takımı sevdiğini biliyorum. Bunu elim kalbimde söylüyorum.
Sadece zamana ihtiyacı var ve bunu alıyor. Önümüzdeki sene, Schuster'i Beşiktaş'ın hocası olarak göreceğimi umuyorum.
Biraz "sizin oralardan" bahsedelim. Atletico'dan neler oluyor? Takım ilk devrede iyi değildi, şimdi daha da kötü sayılabilir. -Bu arada simao için teşekkürler (:- Onu arıyorlar mı?
Heheh, güzel konu. Biz ilginç bir takımız. Geçen sene Avrupa Kupası'nı ve Inter'e karşı Super Kupayı kazandık. Ancak istikrarsız bir takımız. Barcelona'yı yenebiliyoruz, sonraki hafta -onlara da saygılar ama- Almeira'ya kaybediyoruz. 90'larda Atletico, Barcelona ile aynı başarılara sahipti. 8 İspanya Kupası, 8 Lig Kupası. Ama o günden sonra sadece bir tane lig ve kupa başarısı var. İkisi de aynı sene, meşhur 1996.
Evet; kalbim kırmızı-beyazla birlikte. Hep takımımla olup onları destekleyeceğim.
Bir şey daha söylemeliyim. Atletico ve Beşiktaş'ın pek çok ortak noktası var. En önemlisi taraftarları. Atletico'nun taraftarları İspanya'nın en iyisi. Bunu ben söylemiyorum, herkes bilir. Bu biraz da komşumuz Real'den kaynaklanıyor. Onlar İspanya'nın ve Madrid'in en iyisi. Bizim de bir konuda onlardan iyi olmamız lazımdı! heheh
İspanya Ligi daha çok Barca-Real mücadelesine dönüyor. Daha güçlü oldukları için normal ancak diğer takımlar onları tehdit bile edemiyor. Uzun süreçte bu sorun mu olur, yoksa diğerlerinin daha iyi olması için teşvik edici midir?
Daha güçlüler, çünkü daha çok paraları var. Bu basit bir şey. TV onlara daha fazla veriyor. Örneğin Barcelona ve Madrid 100 Milyon alıyor, Atletico veya Valencia 20, Villareal-Sevilla 15, geri kalanlar ise 10 Milyon alıyor. Bu adil değil. Onların daha önemli olduğunu biliyoruz ama İspanya, İskoç ligine benzemeye başlıyor, Celtic-Rangers gibi.
Bu gelecekte de böyle olacak. Hiçbir takım bir şey yapamıyor. Bu güzel bir şey değil. Bence, futbol bu değil, ama artık bu yönde ilerliyor.
Torres, Atletico için özel biri. O "Atletico'nun çocuğu". Sonra Liverpool taraftarları fazlasıyla sevdi onu, ancak Chelsea'ye geçti şimdi. Atleticolular ne diyor bu duruma?
Evet, Torres bizim çocuğumuz. Atletico'nun genç takımlarında oynadı. Bir gün, Liverpool'a gitmeye karar verdi. Orası onun kalbindeki asıl takım değildi. Liverpool taraftarlarını anlıyorum, ancak Torres'i de anlıyorum.
Liverpool'a bir şeyleri kazanmaya gitmişti, Atletico'da kazanamadıklarını. Şimdi Liverpool Atletico'nun durumunda, bu yüzden gitmeye karar verdi. Chelsea parayı verdi; Liverpool kazandı, Chelsea kazandı, Torres de... Herkes memnun.
Torres'in asla Real Madrid'e gitmeyeceğini biliyorum. Bu imkansız. Tüm Atletico'lular biliyor bunu. Ama Aguero'nun gitmeyeceğini söleyemem. Atletico'yu sevdiğini söylüyor, ama kalbi Atletico'nun değil; Independiente'nin. Yani önümüzdeki sene Madrid 45 Milyon verirse, Aguero Madrid'e gidebilir. Bilmem anlatabildim mi?
Ayrıca Atletico taraftarları biliyor ki Torres futbolu burada bırakacak, koltuk değnekleriyle de olsa. ehehe.
West Ham'ı sevdiğini biliyorum. (ben tottenham taraftarırım, kusura bakma!) Son maçta Liverpool'u yendiler ama işler iyi değil. Zola, tarihin en kötü maç kazanma ortalaması yaptı ve gitti. Şimdi Avram Grant var. Orada neler oluyor, Ne dersin West Ham için?
Ekim'de Londra'ya geldim. Güney'de yaşıyorum, Craven Cottage yürüyerek 2 dakikalık mesafedeyim. Chelsea'ye de çok yakın. Ancak Chelsea veya Arsenal taraftarı olmanın çok kolay olduğunu düşündüm. Tottenham, Fulham, West Ham... yani Londra'nın diğer 3 takımı arasında seçim yapacaktım.
White Hart Lane'e, Craven Cottage'a ve Upton Park'a gittim. "Hammers" beni çok heyecanlandırdı. Ligin dibindelerdi, M. City'e karşı 0-3 kaybediyorlardı ama hala marşlarını söylüyorlardı. O gün benim takımımın West Ham olduğunu anladım. Sonra üniversiteden bir arkadaşım West Ham taraftarıydı. Birlikte maçlara gittik. Böyle gelişti yani.
Şu an iyi bir takım olduğunu düşünüyorum. Keane, Scott Parker, Upson, Ba, Obinna, Barrera... FA Cup'a çok yakın takım. Webley'e gitmeden son adım. Stoke'u yenmeliyiz. Dünyanın en eski turnuvasının yarı finali! Come on HAMMERS! ehehheh
Futbol dev bir ekonomi, ve büyümeye devam ediyor. Endüstiyelleşme dibine kadar işledi. "Romantik" kalmak zor. Daha fazla para, daha az efsane futbolcu. Kulüpler daha fazla kazanıyor, çok daha fazla harcıyor. Para her şey! Bu konuda ne dersin?
Aynısını düşünüyorum, para her şey. Bunu duymak berbat ama malesef gerçek. Paran varsa futbolculara sahip oluyorsun. Ama Manchester City, Chelsea, Real Madrid; bunlara bak. Başarılara ulaşamıyorlar.
Ben hala romantiğim. En önemlisi renkleri sevmek. Kiminle oynadığının ve nerede olduğunun önemi yok. Önemli olan renklere duyulan aşk.
Kiev ve Fenerbahçe maçlarında stattaydın. Futbolu boşver, atmosfer nasıldı?
Daha önce de İstanbuldaydım. İstanbul'daki en iyi atmosferin İnönü'de olduğunu farkettim. Tüm stadın aynı anda marş söylemesi inanılmaz. Vicente Calderon'dan daha iyi bir atmosfer görebileceğimi zannetmiyordum ama yanılmışım.
Maçın başlayışını çok sevdim. Herkes ellerini kaldırıyor, hakem düdüğü çalınca: "şişşşşş, bir, iki, üç!" ve aynı anda marş söylemeye başlıyorlar. O an, başka bir dünyada gibi hissettim.
İstanbul'u gezme fırsatın oldu mu? Meşhur trafiğimizle tanıştın mı?
Şehiri çok sevdim ama trafikten nefret ettim. Asya'da yaşıyordum, Avrupa'ya geçmek için köprüden geçmem gerekti. En iyisi gemi ile yolculuk. 15 dakikalık yolu 2 saatte gitmek çok zor. Ama bu İstanbul, nasıl olursa olsun seviyorsunuz.
En İyi 11:
Son olarak, Neler söylemek istersin?
Sana ilginç bir şey anlatayım. Babam Fenerbahçe'de çalışırken Türk bir arkadaşım vardı, Mehmet. Beşiktaşlıydı. Bana "Beşiktaşlı olmalısın" dedi. "Beni maça davet edersen düşünebilirim" dedim. Beni bir maça davet etti. Çok iyi hatırlıyorum. Beşiktaş, İBB maçıydı. 2-1 BJK kazanmıştı. Maçta sonra, Mehmet'e "haklısın" dedim. Ne atmosferdi! Takımı sevmiştim ama babam Fenerbahçe'de çalışıyordu. Christmas'da İstanbul'a gittim. Ailem hediye ne istediğimi sordu. Delgado forması istedim çünkü onu çok beğeniyordum. Babam bana "delirdin mi sen?" diyip güldü.
Neyse, ben Delgado formamı Çam ağacına koydum. Babam dedi ki, "Fener taraftarları bunu görse..." Aslında babam da BJK'yi seviyordu. Dediğim gibi, Atletico ile olan benzerlikler.
Sene başında formayı alıp Matias'a gittim. Olayları anlattım, o da çok etkilendi. Formayı imzalattım. Bu çok güzeldi. Bu yaz Delgado'nun gitmesine üzüldüm. Çok önemli bir oyuncuydu.
Etiketler:
Bay Kerahet,
Manuel Cascallana,
Röportaj
1 Mart 2011 Salı
Kazanan DNS Olur
Konuyu tekrar tekrar genele vurmanın bir anlamı yok. Aynı şeylerin bilmem kaçıncı baskısından yazanlar da, okuyanlar da sıkılmıştır. Bu sefer Digiturk'ün ricası sözkonusuymuş. Önce superonline altyapısından el atmışlar, zamanlar diğer internet sağlayıcıları da engelleyecekmiş.
He ne olacak? Hiçbir şey. DNS haklı beyler. Başbakan giriyor, siz de girersiniz. Bu DNS ayarları falan çok anlamam ama ben bile birkaç deneme ile çözüyorum sorunlarımı.
Yalan değil, biz de Digiturk'ten video çalıp koyduk buraya. Ne biz bundan bir gelir elde ettik, ne de Digiturk'ün kullanıcılarını çaldık. Sadece paylaşım. Dünyanın geri kalanında oynanan futbol hakkında her türlü görsel içeriğe ulaşabiliyorsun da, bizim memleketet zor. Asıl sıkıntı internet üzerinden canlı yayın yapan siteler diye tahmin ediyorum. O daha da ibretlik zaten. İnternet üzerinden yayını sağlayan sistem Blogger mı yani? peh peh. İnterneti kapattırın direk? İçinde çıkılmaz, abuk subuk bir durum işte. Aynı şeylerden sıkıldım.
Sadece düşünüyorum DNS/host ayarları olmasaydı mesela. Bu yasakları oturduğumuz yerden iki tık ile çözemeseydik. Sanırım o zaman kıçımızı kıpırdatmamız gerektiğini anlardık.
not 1: ligimizin değerini arttırdığını düşündüğümüz yayın ihalesini hatırlayan var mı?
not 2: Blogcular, ne olur ne olmaz yedekleyin blogları. Bilgi İçin Buraya
not 3: yetkili kişilere tavsiye: "Great firewall of China" nedir araştırın, buraya uyarlayın. Cahil misiniz amk? Teker teker mahkemelerle uğraşıyorsunuz. Tek tıkla kapatın istediğinizi. Kaymak gibi.
He ne olacak? Hiçbir şey. DNS haklı beyler. Başbakan giriyor, siz de girersiniz. Bu DNS ayarları falan çok anlamam ama ben bile birkaç deneme ile çözüyorum sorunlarımı.
Yalan değil, biz de Digiturk'ten video çalıp koyduk buraya. Ne biz bundan bir gelir elde ettik, ne de Digiturk'ün kullanıcılarını çaldık. Sadece paylaşım. Dünyanın geri kalanında oynanan futbol hakkında her türlü görsel içeriğe ulaşabiliyorsun da, bizim memleketet zor. Asıl sıkıntı internet üzerinden canlı yayın yapan siteler diye tahmin ediyorum. O daha da ibretlik zaten. İnternet üzerinden yayını sağlayan sistem Blogger mı yani? peh peh. İnterneti kapattırın direk? İçinde çıkılmaz, abuk subuk bir durum işte. Aynı şeylerden sıkıldım.
Sadece düşünüyorum DNS/host ayarları olmasaydı mesela. Bu yasakları oturduğumuz yerden iki tık ile çözemeseydik. Sanırım o zaman kıçımızı kıpırdatmamız gerektiğini anlardık.
not 1: ligimizin değerini arttırdığını düşündüğümüz yayın ihalesini hatırlayan var mı?
not 2: Blogcular, ne olur ne olmaz yedekleyin blogları. Bilgi İçin Buraya
not 3: yetkili kişilere tavsiye: "Great firewall of China" nedir araştırın, buraya uyarlayın. Cahil misiniz amk? Teker teker mahkemelerle uğraşıyorsunuz. Tek tıkla kapatın istediğinizi. Kaymak gibi.
Etiketler:
Bay Kerahet
27 Şubat 2011 Pazar
Sabah 4, Kafa Kazan, Başlık Yok
2009’un güneşli bir sabah köründe, Ankara-İstanbul güzergâhını izleyen ve içerisinde envai çeşit çakırkeyf mısralar dönen bir deplasman otobüsüne atlamış, şampiyonluğa gidiyoruz. Yanımda halaoğlu demeye dilimin varmadığı “abim” var. Milletin muhabbet edesi gelince illa ki eskiler anlatılmaya başlanıyor. Aramızda en eskilerden biri de o abim, ve haliyle başlıyor anlatmaya.
“Bir gün falan yerde filan maçtayız. Şöyle mevzu döndü, böyle fırtına koptu. Şöyle düştük peşlerine, böyle topukladı i.neler…”
Abi, maç kaç kaç diyorum, gelen cevap zamk gibi yapıştırıcı, hayat kadar apıştırıcı.
“O zamanlar biz sahaya bakmazdık. Maç sonu akıl edip biri tabelaya bakarsa ne alâ. Yoksa gece haberlerine yetişirsek oradan öğrenirdik maçı, öğrenemezsek ertesi gün çocuklar söylerdi okulda.”
**
Gittiği maçın skorunu dahi bilmeyen –ilgisizlikten değil, kendisini enterese etmediği için bilmeyen- taraftardan günümüz profiline ulaşmanın en efendice tanımı erozyonsa şayet, tillahını yaşadığımız günlerdeyiz. Gol atmak-ya da kaçırmak olarak iki seçeneği varsa futbolcunun, o adam on saniye sonrasının potansiyel kahramanı ya da haini olabilir. Dünyanın en dandik hukuk sisteminin, hatta hukuksuzluğun bile yaratamayacağı bu kaosu yaratanlar bizleriz.
Artık ne bilet kuyruklarında sabahlamak var, ne tahta üzerinde kıçının altına serdiğin gazete kağıdına oturmak. Cefa çekmek olmayınca tüm gayret cefanın kontrastı sefaya yönelmiş vaziyette seyrediyor ve artık bilete ne kadar para vermişse, ya da kupona kaç lira basmışsa o kadarlık hak iddia ediyor insanlar. Tabi tüm bunlara sebep biraz da Beşiktaş’ın kabuk değiştirmesi. Beklenti ve hayal kırıklığı arasında durmaksızın seyreden doğru orantı, taraftarlığın kitabına ters düşmekte.
**
Beşiktaş’ın neden bu halde olduğunu sorguluyoruz hepimiz kendi içimizde. Sebepler göreceli, değişken ve çok sayıda. Bu yüzden biraz da kafamıza nasıl eserse orayı deşiyoruz. Kimisi Schuster diyor, Schuster ne yapsın topçu oynamadıktan sonra diyen bir kesim çıkıyor ortaya bir süre sonra. Kimisi taraftar diyor, öteki sıcacık evinden tribündeki adama sallama diyor. Kimisi yönetim diyor, öteki el insaf diyor. Okuyan yeter diyor, Beşiktaşlı of ulan of diyor. Herkesin kendince haklı sebepleri var ve zikredilen her sebebin Beşiktaş’ın bu noktaya gelmesinde etkisi var fakat, bana göre herkes geçici teşhisler koyuyor. Bunca keşmekeş, sorun ve teorinin arasında ben de kendimce seçtiğim suçluyu huzurlarınıza sunuyorum: “Endüstriyel futbol”
**
Beşiktaş gerek gelenekleri ve camianın yapısı, gerekse taraftar duruşu dolayısıyla Türk sporunun direnişçi ve mütevazi kimliği olmuştur. Beşiktaş’ın zirveye yükselişi, fabrikatör bir babanın oğlunun hikayesinden ziyade, bir sokak çocuğunun, bir balıkçının ya da ayakkabı boyacısının tırnaklarıyla kazıyışıdır. Diğerleri son model arabalardan yükselen uptıs dımtıs müziklerle caka satarken, mahalleye omzunda paltosuyla yayan gelen ve o poz kesen züppelerin dahi yol vermek için durduğu ağır ağabeydir Beşiktaş. Viski, tekila, cin içmez. Aybaşlarında bi yetmişlik alıp yollanır evine ikramiye tadında, yolsuz kalmışsa da büfede tuzlu fıstıkla bira içer genelde. Yani sokakta kolay görebileceğiniz bir profildir Beşiktaş. Krosta, briçte, salonlarda işi olmaz.
**
Bu ağır abi kendinden ödün vermez hiçbir koşulda. Bizim ağır abiyi de biz böyle sevdik aslında. Yalnız bu sene ne olduysa oldu, bir yerlerden bir el değdi Beşiktaş’a. Önce omzundaki paltoya kaba dediler, sonra marka bi kazak alıp bağladılar omuzlarına. Rakı meyhane içkisi deyip kokteyle götürdüler, ocakbaşından vazgeçirip suşiye tav ettiler. Oysa o çubukları tutamayıp yeni imajını sosla zedeledi, o gece boyu açlıkla savaştı ve karnı ancak eve geldiğinde kırdığı üç yumurtayla doyabildi garibin. Ayrıca kafası da iyi değildi, çünkü viskiden bi halt anlamamıştı. Hem suşi onun için çiğ balık demekti ve balık çiğ de olsa rakıyla giderdi.
**
Bu sene gerçekleşen Guti ve Quaresma transferleri, Beşiktaş’ı vitrine çıkardı. Komşunun züppe çocuklarını geçmek zorundaymış gibi hissettirildi. İspanya bizi konuşuyor, Almanya bizden bahsediyor, her topçu bize gelmek istiyor, dolayısıyla tüm bu gariplik bizden olanın bile kimyasını değiştiriyordu. Devre arası oluşan Portekiz akımı da tüm bunların kaymağı oluyordu adeta. Bir zamanlar sadece çıkıp oynamasını beklediğimiz Beşiktaş’tan, daha maça çıkmadan kazanmasını bekliyorduk. Bize ilişkin hayaller değildi bunlar. Oysa biz üzerinde reklam olmayan formaların, hakem penaltı çaldığında faul yok diyen forvetlerin, topun kornere çıkmasını engellemek için beş metre depar atıp kendini yerlere atan kalecilerin hayalini kuruyorduk. Guti’nin attığı arapasları çok keyifliydi elbette ama milyonların sevgilisi olan bir şarkıcıda değildi bizim gözümüz, sırf görmek için yol değiştirdiğimiz komşu kızındaydı.
Tüm yapılanları kötülemek amaçlı anlatmıyorum bunları. Elbette herkes, elinden gelenin en iyisi dahilinde Beşiktaş için didiniyor, buna her konu için fikir beyan edenler de dahil. Üzülmezciler de Toramancılar da, Schusterciler de istifacılar da Beşiktaş’a ilişkin kaygılar taşıyor ve kendince doğruyu arıyor. Mesele bunların hiçbiri değil aslında, mesele Guti’nin çok daha büyük olmasına rağmen Sergen kadar keyif verememesi sahada. Almeida çok daha iyi golcü olabilir ama Pascal’ın Taffarel’e gömdüğü kafayı vuramaz. Quaresma’nın bir trivelası bize bir süreliğine bir doyum yaşatır ama Recep’in röveşatası gibi olamaz. Belki garip gelecek size ama ben, sahada maç bitsin gidelim takımı görmek ve böyle bir hüzün yaşamaktansa Fevzi’nin geripasına ıskasını veya Hakan’ın yan topa boşa çıkışını daha bir Beşiktaşvari hüzün sayarım. Bu kabuk değiştirme bizi bu kadar yozlaştıracaksa da, tüm vitamini kabuğunda dahi olsa bu Beşiktaş’ın, o kabuğu soyar, vitamine bile posta koyarım.
**
Şimdi birlik olma zamanı denilen milyon tane şimdiyi Emrah’ın Haydi Şimdi Gel şarkısındaki gibi beklesek de, eğer o şimdi gerçekten şimdiyse, toplanıp birlik olacaksak Beşiktaş çatısı altında birlik olmaya ve o çatının harcında ne olduğunu anımsamaya bakalım. Biz taraftarız, taraf olanız. Tarafımız Beşiktaş, kıblemizin güzergahına armayı asmışız diğer yönlerden ayırabilmek adına. Her fırsatta anlatılan kartalın yeniden doğuşuna bile baksak ayarın Allahını çekebiliriz kendimize. Yeter ki sahiplenelim şu takımı. “Beşiktaş büyük taştır, altında kalırsınız.” demek değil mesele, Beşiktaş’ı yerinden oynatmaya kalkanların üzerine çökmek.
**
Yarın işe nasıl giderim?
Okulda çocuklar ne der?
Sokağa nasıl çıkarım?
Böyle düşüncelere haşa kapılmayı yasaklayalım bünyelere. Beşiktaş büyük taş falan değildir, Beşiktaş dikilitaştır. Bazen sendeleyip meyletse de sağa sola, ayağa kalkacağı zamanı iyi bilir. Tam onun büyüklüğünden şüphe edenlerin ayağı tökezlemişken dikiliverir ve oturtur üzerine, şaşkınlığa zaman bırakmadan.
Beşiktaş her zaman her yerde Beşiktaş’tır. Gücü ve büyüklüğü aklın alamayacağı kadardır.
Piza Kulesi Beşiktaş’ın büyüklüğüne olan saygısından önünde eğilmiş ve doğrulamamıştır aslında.
Berlin duvarı Almanların birlik politikası ile değil, Beşiktaş’ın sağlı sollu ataklarıyla yıkılmıştır.
Irak’taki Saddam büstünün İnönü’den yükselen bir “Kartal gol gol gol” feryadına dayanamadığı için yıkıldığı söylenir.
Ve İsrail Filistin’i, diğerlerinin satın alınmış zaferler kutladığı yavşak akşamlarda bombalamaya başlamıştır. O günden beri tanka karşı taş, savaşa karşı Beşiktaş.
Eğer bunca ütopik benzetme ardından hala Beşiktaş’a eskisi kadar bağlı iseniz prospektüse bir yan etki düşelim.
Zatürre gibidir Beşiktaş’ı sevmek, gereken özen gösterilmezse vereme çevirebilir.
Beşiktaş’ı sevmeyi kafasına koyanların ayık olma vaktidir.
Eyvallah.
“Bir gün falan yerde filan maçtayız. Şöyle mevzu döndü, böyle fırtına koptu. Şöyle düştük peşlerine, böyle topukladı i.neler…”
Abi, maç kaç kaç diyorum, gelen cevap zamk gibi yapıştırıcı, hayat kadar apıştırıcı.
“O zamanlar biz sahaya bakmazdık. Maç sonu akıl edip biri tabelaya bakarsa ne alâ. Yoksa gece haberlerine yetişirsek oradan öğrenirdik maçı, öğrenemezsek ertesi gün çocuklar söylerdi okulda.”
**
Gittiği maçın skorunu dahi bilmeyen –ilgisizlikten değil, kendisini enterese etmediği için bilmeyen- taraftardan günümüz profiline ulaşmanın en efendice tanımı erozyonsa şayet, tillahını yaşadığımız günlerdeyiz. Gol atmak-ya da kaçırmak olarak iki seçeneği varsa futbolcunun, o adam on saniye sonrasının potansiyel kahramanı ya da haini olabilir. Dünyanın en dandik hukuk sisteminin, hatta hukuksuzluğun bile yaratamayacağı bu kaosu yaratanlar bizleriz.
Artık ne bilet kuyruklarında sabahlamak var, ne tahta üzerinde kıçının altına serdiğin gazete kağıdına oturmak. Cefa çekmek olmayınca tüm gayret cefanın kontrastı sefaya yönelmiş vaziyette seyrediyor ve artık bilete ne kadar para vermişse, ya da kupona kaç lira basmışsa o kadarlık hak iddia ediyor insanlar. Tabi tüm bunlara sebep biraz da Beşiktaş’ın kabuk değiştirmesi. Beklenti ve hayal kırıklığı arasında durmaksızın seyreden doğru orantı, taraftarlığın kitabına ters düşmekte.
**
Beşiktaş’ın neden bu halde olduğunu sorguluyoruz hepimiz kendi içimizde. Sebepler göreceli, değişken ve çok sayıda. Bu yüzden biraz da kafamıza nasıl eserse orayı deşiyoruz. Kimisi Schuster diyor, Schuster ne yapsın topçu oynamadıktan sonra diyen bir kesim çıkıyor ortaya bir süre sonra. Kimisi taraftar diyor, öteki sıcacık evinden tribündeki adama sallama diyor. Kimisi yönetim diyor, öteki el insaf diyor. Okuyan yeter diyor, Beşiktaşlı of ulan of diyor. Herkesin kendince haklı sebepleri var ve zikredilen her sebebin Beşiktaş’ın bu noktaya gelmesinde etkisi var fakat, bana göre herkes geçici teşhisler koyuyor. Bunca keşmekeş, sorun ve teorinin arasında ben de kendimce seçtiğim suçluyu huzurlarınıza sunuyorum: “Endüstriyel futbol”
**
Beşiktaş gerek gelenekleri ve camianın yapısı, gerekse taraftar duruşu dolayısıyla Türk sporunun direnişçi ve mütevazi kimliği olmuştur. Beşiktaş’ın zirveye yükselişi, fabrikatör bir babanın oğlunun hikayesinden ziyade, bir sokak çocuğunun, bir balıkçının ya da ayakkabı boyacısının tırnaklarıyla kazıyışıdır. Diğerleri son model arabalardan yükselen uptıs dımtıs müziklerle caka satarken, mahalleye omzunda paltosuyla yayan gelen ve o poz kesen züppelerin dahi yol vermek için durduğu ağır ağabeydir Beşiktaş. Viski, tekila, cin içmez. Aybaşlarında bi yetmişlik alıp yollanır evine ikramiye tadında, yolsuz kalmışsa da büfede tuzlu fıstıkla bira içer genelde. Yani sokakta kolay görebileceğiniz bir profildir Beşiktaş. Krosta, briçte, salonlarda işi olmaz.
**
Bu ağır abi kendinden ödün vermez hiçbir koşulda. Bizim ağır abiyi de biz böyle sevdik aslında. Yalnız bu sene ne olduysa oldu, bir yerlerden bir el değdi Beşiktaş’a. Önce omzundaki paltoya kaba dediler, sonra marka bi kazak alıp bağladılar omuzlarına. Rakı meyhane içkisi deyip kokteyle götürdüler, ocakbaşından vazgeçirip suşiye tav ettiler. Oysa o çubukları tutamayıp yeni imajını sosla zedeledi, o gece boyu açlıkla savaştı ve karnı ancak eve geldiğinde kırdığı üç yumurtayla doyabildi garibin. Ayrıca kafası da iyi değildi, çünkü viskiden bi halt anlamamıştı. Hem suşi onun için çiğ balık demekti ve balık çiğ de olsa rakıyla giderdi.
**
Bu sene gerçekleşen Guti ve Quaresma transferleri, Beşiktaş’ı vitrine çıkardı. Komşunun züppe çocuklarını geçmek zorundaymış gibi hissettirildi. İspanya bizi konuşuyor, Almanya bizden bahsediyor, her topçu bize gelmek istiyor, dolayısıyla tüm bu gariplik bizden olanın bile kimyasını değiştiriyordu. Devre arası oluşan Portekiz akımı da tüm bunların kaymağı oluyordu adeta. Bir zamanlar sadece çıkıp oynamasını beklediğimiz Beşiktaş’tan, daha maça çıkmadan kazanmasını bekliyorduk. Bize ilişkin hayaller değildi bunlar. Oysa biz üzerinde reklam olmayan formaların, hakem penaltı çaldığında faul yok diyen forvetlerin, topun kornere çıkmasını engellemek için beş metre depar atıp kendini yerlere atan kalecilerin hayalini kuruyorduk. Guti’nin attığı arapasları çok keyifliydi elbette ama milyonların sevgilisi olan bir şarkıcıda değildi bizim gözümüz, sırf görmek için yol değiştirdiğimiz komşu kızındaydı.
Tüm yapılanları kötülemek amaçlı anlatmıyorum bunları. Elbette herkes, elinden gelenin en iyisi dahilinde Beşiktaş için didiniyor, buna her konu için fikir beyan edenler de dahil. Üzülmezciler de Toramancılar da, Schusterciler de istifacılar da Beşiktaş’a ilişkin kaygılar taşıyor ve kendince doğruyu arıyor. Mesele bunların hiçbiri değil aslında, mesele Guti’nin çok daha büyük olmasına rağmen Sergen kadar keyif verememesi sahada. Almeida çok daha iyi golcü olabilir ama Pascal’ın Taffarel’e gömdüğü kafayı vuramaz. Quaresma’nın bir trivelası bize bir süreliğine bir doyum yaşatır ama Recep’in röveşatası gibi olamaz. Belki garip gelecek size ama ben, sahada maç bitsin gidelim takımı görmek ve böyle bir hüzün yaşamaktansa Fevzi’nin geripasına ıskasını veya Hakan’ın yan topa boşa çıkışını daha bir Beşiktaşvari hüzün sayarım. Bu kabuk değiştirme bizi bu kadar yozlaştıracaksa da, tüm vitamini kabuğunda dahi olsa bu Beşiktaş’ın, o kabuğu soyar, vitamine bile posta koyarım.
**
Şimdi birlik olma zamanı denilen milyon tane şimdiyi Emrah’ın Haydi Şimdi Gel şarkısındaki gibi beklesek de, eğer o şimdi gerçekten şimdiyse, toplanıp birlik olacaksak Beşiktaş çatısı altında birlik olmaya ve o çatının harcında ne olduğunu anımsamaya bakalım. Biz taraftarız, taraf olanız. Tarafımız Beşiktaş, kıblemizin güzergahına armayı asmışız diğer yönlerden ayırabilmek adına. Her fırsatta anlatılan kartalın yeniden doğuşuna bile baksak ayarın Allahını çekebiliriz kendimize. Yeter ki sahiplenelim şu takımı. “Beşiktaş büyük taştır, altında kalırsınız.” demek değil mesele, Beşiktaş’ı yerinden oynatmaya kalkanların üzerine çökmek.
**
Yarın işe nasıl giderim?
Okulda çocuklar ne der?
Sokağa nasıl çıkarım?
Böyle düşüncelere haşa kapılmayı yasaklayalım bünyelere. Beşiktaş büyük taş falan değildir, Beşiktaş dikilitaştır. Bazen sendeleyip meyletse de sağa sola, ayağa kalkacağı zamanı iyi bilir. Tam onun büyüklüğünden şüphe edenlerin ayağı tökezlemişken dikiliverir ve oturtur üzerine, şaşkınlığa zaman bırakmadan.
Beşiktaş her zaman her yerde Beşiktaş’tır. Gücü ve büyüklüğü aklın alamayacağı kadardır.
Piza Kulesi Beşiktaş’ın büyüklüğüne olan saygısından önünde eğilmiş ve doğrulamamıştır aslında.
Berlin duvarı Almanların birlik politikası ile değil, Beşiktaş’ın sağlı sollu ataklarıyla yıkılmıştır.
Irak’taki Saddam büstünün İnönü’den yükselen bir “Kartal gol gol gol” feryadına dayanamadığı için yıkıldığı söylenir.
Ve İsrail Filistin’i, diğerlerinin satın alınmış zaferler kutladığı yavşak akşamlarda bombalamaya başlamıştır. O günden beri tanka karşı taş, savaşa karşı Beşiktaş.
Eğer bunca ütopik benzetme ardından hala Beşiktaş’a eskisi kadar bağlı iseniz prospektüse bir yan etki düşelim.
Zatürre gibidir Beşiktaş’ı sevmek, gereken özen gösterilmezse vereme çevirebilir.
Beşiktaş’ı sevmeyi kafasına koyanların ayık olma vaktidir.
Eyvallah.