17 Ağustos 2011 Çarşamba

Engin Baytar Galatasaray'da!


Bu adamı oldum olası çok sevmişimdir. Yani hiç tanımasam olur. Adama sanki birileri "felaket yeteneklisin, deli çalım atıyosun aslanım" demiş de; o da "lan o zaman ben neden problemli değilim?" diyerek karakterini bulmuş gibi... Forma numarası belli olsun, ilk formasını ben alacağım...


Bu arada Miss Universe 2006 güzeli Felix askerden hepinize selam yolladı. geldiğinde zayıflama çayı reklamlarında oynayacakmış.

15 Temmuz 2011 Cuma

Aslolan Şereftir, Şeref de Beşiktaş

- Beni seviyor musun?
- Eee… (kem ve küm)
- Bi dakika bak şöyle yapalım. Beşiktaş’ı seviyor musun?
- Evet.
- Bak bunu rahatlıkla söylüyorsun. Bize gelince mi tutuluyor dilin?
- …

Adına sevgili denen zat-ı muhtereme seni seviyorum deme antrenmanları yaparken bünyeye yüklenen kondüsyonun adısın şanlı Beşiktaş. Tribünde çizdiğimiz o fırlama portreden eser kalmayan bir ağırbaşlılık içinde yüreğin sevdiğine bile ağız dolusu bir “seviyorum” diyemezken sana olan aşkımızı Fizan’a duyurabiliyorsak elbette var sebebi. Sevgili tarafından bile “kıskanılan” oluyorsan bu benim değil, senin eserin. İsteyen istediğini desin bana ve kimse aksini iddia etmesin. Çünkü ben sevmeyi senden öğrendim.

İlk sevdalar farklıdır, kolayca unutulmaz. Genellikle mahallenin havalı kızını seversin çocuk aklınla. O kız saçını okşar, yüzünü sever ve sırtını sıvazlar. Ama seni çocuk görür hep. Çocuk duyguna bakmaz da çocuk yaşına bakar. Onu gördüğün anda kalbinin ne kadar hızla çarptığını ölçmez de bücür boyunu ölçer. Sana hep sıcacık gülümseyişleri vardır. Sen bunu hep yürek çarpıntısı sanırsın. Öyle sanmak istersin. Hayal kurmak ve de kurduğun hayale inanmak. İnanırsın, umutlanırsın. Ta ki o kızın kolunda yalan, dolan ve katakulli eseri bulunan, edebi hiç takmayan hatta yukarıdan bakan, ama sırf kıza şirin gözükmek için yapmacık sevgi gösterilerinde bulunan o “lavuğu” görene kadar…

Oysa rivayete göre (ben hatırlamıyorum o günleri) daha 3-4 yaşlarımda dilime bir Metin-Ali-Feyyaz bestesiyle düşmüşsün sen ey şerefli Beşiktaş. Üstelik ne boyumu ölçmüşsün, ne çocuksu sevdamla dalga geçmişsin. Beni o bacak kadar boyumla seni sevebilmeye koşulsuz şartsız kabul etmişsin. Sonra -miş'ten -di'ye geçince sana dair hatıralarım, yani kendim ve kendiliğimden hatırlamaya başlayınca sana dair anılarımı, elele büyüttük biz bu sevdayı. Üstelik harbi sevdaydı. Sadece beyazı yoktu, en koyusundan siyahı da vardı içinde. Sadece sevgilim deyişler yoktu, acının dibini de yaşattın bana. Daha 12 yaşındayken içmek istedim ben Halilagic’in o zalim geri pasında. Dahası var. Meyhanem oldu Valeranga. Kah Takoz Recep’ti arkadaşım, kah İlhan, kah Nouma. Hani o çakırkeyf olunan gecelerin sonunda ille de sırtını sıvazlayan biri çıkar ya… Sen yenilsen de bize senin şerefini, duruşunu öğreten Şeref Bey, Baba Hakkı, Süleyman Seba… Tribünde Optik Başkan, Pembe Hasan, Koko Cavit, Cüce Ayhan, Hacıbaba… Sana içilen gecelerin sonunda teselli için bizimle de bir duble attı ve sırtımızı sıvazlarken onları hatırlattı bize hep, omzunda o beyaz havlusu ve sesinde o babacan tonla meyhaneci baba.

Üstelik o mahallenin güzel ablası gibi sağa sola mavi boncuk da dağıtmıyordun sen. Kırıtarak değil, dümdüz ve başı dik yürüyordun. Ayak seslerinden belliydi her nereye olursa olsun gelişin ve omzunda siyah palto, üzerinde beyaz atkıyla sen yüreklerimizi titretiyordun. Senin yanında yapmacık sevgilerden de, abla kovalayan lavuklardan da hiç görmedim ben. Sen öyle mağrur durdun ve ben sana tutuldum. Sen sadece var oldun, ben sana aşık oldum.

Sen bir kez bile seni sevip sevmediğimi sorgulamadın. Çünkü cevabını biliyordun. Ben binlerce kez seni sevdiğimi haykırdım cümle cihana. Daha çok bil ve daha çok sevil istiyordum. Yarın uyandığımda, bu gece bıraktığım iyi geceler öpücüğünün şefkati olsun istiyordum armanda. Seni her geçen gün daha çok sevmek için yakıyordum balataları. Layık olmalıydım sana. Bu yüzden kimse böyle sevilmemeliydi ve kimse öyle kolay kolay duyamamalıydı tarafımdan sevildiğini, senden başka.
El değmemiş bir sevdanın ses değmiş, yürek değmiş, emek değmiş iki bekçisiydik. Benim dünyam sendin. Dünya dedikleri ise bir mahalleydi yanında olsa olsa. Beşiktaş semtinde herkes bilirdi bizim sana ne derece tutkun olduğumuzu. Fakat bu kadar severken dahi sadece kendimize saklayamadık ve saklayamazdık seni. Paylaşmalıydık, paylaştıkça büyümeliydilk. Şeref Bey’in, Mehmet Şamil’in, Fetgeri’nin karşısına geçip Allah’ın emri peygamberin kavli muhabbeti yapacak kadar cesur değildik. Defalarca ayna önünde prova ettik. Daha işin tiyatrosunda korkudan, heyecandan ve karşımızda duran heybetin siluetinden altımıza ettik. Baktık ki böyle olmayacak bu iş, biz de aşkı bizden başka kimsenin anlayamayacağı şifrelerle ifade ettik. Adına beste dedik, deplasman dedik, çorba dedik. Sevdamızdan ötürü hiç baş eğmedik. Gizliyattan ziyade harbiyattan yanaydık. Edebiyatta değil, biz seni ecelde ve hayatta sevdik. Buluşmalarımız aşkımız gibi aşikardı. Randevu saatlerimiz şaşmazdı hiç. Gündoğdu idi kavuşma saati. Kavuştuğumuz yer cennetti. Bize sadece İnönü değil, senin ayak bastığın her yer mabetti. Gençliği mahvoldu diye bana dudak bükenlere acırım esas. Mahvolduysa da o gençlik, senin aşkın mahvetti.

Hasetinden çatlıyordu senden başka ne varsa. Günlerce aç ve susuz kalıyordu insanlar icabında. Ama bir saniye dahi olsa sensiz kalmak feci koyuyordu. Bunu ve bizi kimse anlayamıyordu. Aramıza türlü türlü engel koydular, aştık. Senin için dayak yedik, it kopukla dalaştık. Sanma ki bir an olsun korktuk ve kaçtık. Sen bizimle oldukça kaybedecek hiçbirşeyimiz yoktu. Bu yüzden severken sınırları aştık. Her defasında bizler de böylesine sevebildiğimize şaştık. Şunu bil ki koca çınar, biz sokakta yürürken bile Ahmet, Mehmet, Hasan, Hüseyin, Doruk değil, Beşiktaş’tık.

Biz seni şeref bildik, namus bildik. Sevdanı yemin bildik. Direnilerek, savaşılarak ve mücadeleyle kazanılan bir aşkın sonunda gelinin alnından öpercesine kutsal bildik. Şimdi seni itin çakalın ağzına yem etmeyiz. Adını mahalle kahvelerinde dedikodu öznesi diye belletmeyiz. Tüm dünya alem kötülesin seni varsın. Biz senin koynunda uyuduğumuz her gece, bir sonraki geceye kavuşmak için ölmeyiz.

Elalemin ağzı torba değil ki büzesin. Sana kara çalanı şerefinle düzesin. Tamam, ilk başta kızdım ben de. Leke geldi sandım, ayıkamadım mevzuya. Ama hangi leke cesaret edebilirdi ki sana bulaşmaya? Sırf bir takım çıkarlar ve dolambaçlar uğruna senin adına düşürülmeye çalışılan gölgeler varsa da serinletici diye bilinen gölgeleri yakmaya gidiyoruz inadına. Adalet önünde suçludur Beşiktaş diyorlar. Yer miyim ulan ben, işler mi bu bana? Bu dünyada yok ki adalet. Amerika’da bir veledin su püskürttüğü silah, Filistin’de bir bedenin katili oluyorsa hangi dünyadan ve hangi adaletten bahsediyorsunuz Allah aşkına?

Böyle karmaşık ortamlarda söylemeyi çok sevdiğimiz bir söz vardır ya hani. “Herkes kendi kapısının önünü süpürsün.” derler, süpürmüyorum ulan ben. Elimde faraş da var, süpürge de ama bulamıyorum bizim kapının önünde bir çöp tanesi ve bir toplu iğne başı kadar leke bile. Benim yerim, meskenim Topuk Yaylası değil. Aksi bir durumda, ortaya çıkan herhangi bir foyada topuklamak gibi bir gayretim de yok çabam da. Alnım açık, başım dik. Bulamazsınız en ufak bir kara, beyazın yanındaki rengimizden başka. Yerin yedi kat dibinden arş-ı alâya kadar araması da denemesi de bedava. Neyin kafasını yaşıyor ve neyin cakasını yapıyorsunuz ulan? Beşiktaş’ın adını katakulliyle anmak için dün de bugün de yarın da sekiz tane ciğer, on okka John Benjamin Toshack lazım adama.

Lanet olsun dünyaya yeni gelen çocuklara bıraktığınız şu dünyaya. Lanet olsun bu dünyayı terk ettiğiniz düzene. Çıkarınıza, menfaatinize, gösterişinize, asılan süslü püslü afişinize lanet olsun. Futbolu mahalle arasında iki taş ve bir meşinden ibaret görenler biziz. Rant kapısı, kurt sofrası haline getirenlerin yeri ve rengi başka. Başkası için vuslat ve rüya, bizim için tenekedir sizin düzeninizdeki her kupa. Beşiktaş’ta kaptanlık pazubandını takmış, hoca olarak kulübesinde volta atmış Tayfur’a, Seba’nın yeğeni Tayfur’a yüklenip karanlık sorgu odalarında basıyorsunuz ya soruları ardı ardına, benim sadece şu soruma cevap verin. Sizin yaratmaya çalıştığınız ve şimdi de erk için kurban aradığınız bu düzene kahrolsun endüstriyel futbol diyerek karşı çıkan var mı bizden başka? Bizim o derdi tasayı unutturan ve sevgiliyle buluşturan romantik oyunumuzu bu hale siz getirdiniz. Aksini ispat edene benden bir hipodrom, bir de şeref için feragat edilmiş kupa. Hadi beni de alın teknik takibe. Dava sürecini etkilemeye teşebbüsten tam dün Adalı Başkan ve Tayfur Hoca için tutuklama kararının çıktığı saatte alın götürün beni de. Sonra küçükken aşık olduğumu sandığım o mahalle kızının yanındaki eleman buyursun “bu ateş üflemeyle sönmez “ diye ve ben de güleyim kaba etimle.

Sen aldırma Beşiktaş, biz bunu da atlatırız. Bir gün birinden darbe alacaksa bu düzen, emin ol ki suratına tokadı biz patlatırız: Kim ne derse desin, benim Beşiktaşımsın sen. Kimsenin ne ettiğiyle ne etmediğiyle lekelenecek türden değilsin. Sen Şeref’in uğruna feda dediğisin. Sen benim ilk alın terim, sen benim ilk helal içkim, sen benim ilk ve sonsuz sevdam, sen benim mecburiyetimsin. Sen bana bu saatte ilan-ı aşk ettirecek tek kuvvetsin. Çakalın kol gezdiği yerde kartalın, şerefsizliklerin karşısında şerefin ta kendisisin. Senin ne tarlan yeşerdi ne buğdayın başaklandı. Sen bizim aşk tohumlarını bıraktığımız tarlasın. Sen bizim yediğimiz helal ekmeğin içindeki buğdaydan ötesine geçmezsin. Sen deplasman yoluna çıkarken validenin gazete kağıdına sardığı ekmek kadar helal, o ekmeği kazanan alın teri kadar şereflisin. Alem sana eğilsin, seni sevmeyen ölsün.

Yazı da, gece de şişe de bitti. Bir sarhoş bile sana bunları yazabiliyorsa düşün, temiz bir ciğerden ne sözler yazılır sana. Ama çok içiyorsam sebebi var anlasana. Ben her içtiğimde senin şerefine içiyorum. Şişe bitiyor, ben bitiyorum, şerefine yetişemiyorum.

Yaşasın şanlı şerefli Beşiktaş.
Yaşasın ey sevgilim Beşiktaş.
Gözlerim doldu ağlıyorum lan Beşiktaş.
Aslolan Şeref’tir, şerefin ta kendisi sapına kadar Beşiktaş!

Eyvallah…

14 Temmuz 2011 Perşembe

Süper Kupa Finalini Protesto Ediyoruz

Beşiktaş Taraftarı olarak adımıza leke çalınmasını hazmetmiyoruz. Bu işlere adı karışan takımın bizim sevdiğimiz, sahiplendiğimiz Beşiktaş'la alakası olmadığını görüp, bağrımıza taş basarak, kendi adımıza, Siyah-Beyaz formalı çocukları yalnız bırakmaya karar verdik.

Aklımızın erdiği yaştan itibaren çocuklarımıza miras bırakmak hayaliyle yaşadığımız Beşiktaş'ın adı temize çıkana dek, bu işin parçası olmayı reddediyoruz. Kimseyi protestomuza katılmaya vicdanen zorlamıyoruz. Bu tamamen kendi kararımızdır ve bize katılmak isteyen oluşumları protestomuza eklemekten onur duyarız.

Bizler;
Golsüz Eşitlik, Stalker Blog, Burası Kapalı, Ekşi Beşiktaş Son Kartallar, Şairler Parkı, Ters Manyel oluşumları olarak; Süper Kupa Finali'nin ve bu kirli oyunun parçası değiliz ve final maçını izlemeye gitmiyoruz.

1 Temmuz 2011 Cuma

Hangi Beşiktaş?


Geçenlerde Şeref Bey'i anmaya gittikten sonra bir yazıya başlamıştım. Sonunu getiremedim, tamamlayamadım. Hani fazla dolu olunca beceremedim. Elim, gücüm yetmedi. Biraz önce taslaklarda gördüm, sildim zaten. Ama şu cümleyi ayırdım:

Şeref Bey ölmemişti. Biz "Şeref'in çocukları" desek de aslında olamayınca, biz bazı değerleri koruyamayınca, biz bazı şeylere ses çıkaramayınca ölmeye yaklaştı.
Sözün özü: biz ettik, biz bulduk.
Gelelim son mevzuya.

Şu kombine fiyatlarının bile savunulduğunu gördüm ya, daha da diyecek bir şey yok. Yöneticilere küfür kıyamet ne geçirsek işe yaramıyor artık. Onlar "yarabbi şükür" desin, gerek yok. Taraftara bakalım.

Geçen seneki transfer fırtınasının ardından bazı arkadaşların kıçı başı ayrı oynamaya başladı. Çok iyi hatırlıyorum, iki sene önce YD'yi hiçbir insanevladı savunamazdı. Hatta ne savunması, bunu aklından geçirmeye cesaret edemezdi. Sonra ne olduysa geçen sezon başı oldu. İki transfer görünce aklını yitiren ekip, açık açık yönetim savunuculuğuna başladı. Bu sadece internet ortamı ile de alakalı değil. Birkaç senedir tanıdığım, yıllardır tribün kovalayan bir arkadaşım bile açık açık YD'yi tartıştı benimle, saatlerce hem de.

Ellerinde tek bir veri var: "YD olmasaydı bu yıldızları izleyebilir miydik, adam düzeliyor görmüyor musun?"
Hayır, görüyorum. Bir haltın düzelmediğini görüyorum, sadece doğru transferler yapılıyor yer yer. O da işin en kolayı, en basiti. Diğer şeyler o kadar kötü giderken hiç de umrumda olmayan kısmı.

21 yaşındayım.

Ne Baba Hakkıları, Şeref Beyleri yaşadım, ne de aklım başındayken sahada Metin-Ali-Feyyaz'ları gördüm.
O YD'nin ağzında sakız ettiği "Beşiktaşlı Duruşunu" hiçbir yöneticiden, sporcumuzdan görmedim.
Açtım, tarihe baktım, aşık oldum.
"Özkaynak Gelenektir, Gelecektir" sözü benim için sahaya inmedi hiç, pankartlardan bildim.
Çocukluktan beri "halkın takımı" Beşiktaş dedim.
Siyasi görüşüm tam o değildi ama dakika 85'de sol yumruğumu havaya kaldırıp "Gündoğdu"yu en içten ben söyledim.

Ben bu gözlerimle göremediğim, özlemini her gün hissettiğim, içime en saf haliyle işlediğim Beşiktaş'ı sevdim.

Şimdi sizin bu savunduğunuz başkan, izlediğiniz şeyler, ses çıkarmadığınız oluşum Hangi Beşiktaş?

Şairler Parkından:
Hangi Beşiktaş? #1, #2

12 Haziran 2011 Pazar

Ersan Gülüm iyi ki gelmedi

-Galatasaray’ın yaptığı hiç etik değil.
-Adam Beşiktaşlı!
-Profesyonel olmak lazım.
-Adana Başkanı da piyasayı yükseltmeye çalışıyor!

Türkiye liginin çirkinleşmesiyle, futbolla ilgilenmeyi bıraktığım şu son aylarda, gözüme bazı “transferde etik hareket” görünmez başlıklı durumlar çarptı. Aziz Yıldırım Trabzonla rekabet ettikleri için bu takımdan transfer düşünmemiş, Ersan Gülüm esasen Beşiktaşlıymış da neden Galatasaray bunu bile bile adamı istiyormuş…

Beşiktaş’ta kiralıkken yaşadığı talihsizlik sakatlıktan sonra sezonu kapatan Ersan, bu sezon Galatasaray’ın da transfer listesine girdi. (Yani galiba.) Hatta malumunuz, kulüplerin anlaştığı haberleri de ortada dolanmaktaydı. Beşiktaş ve Adanaspor arasında yapılan sözleşmede her ne kadar Ersan’ın öncelikli satın alma opsiyonu Beşiktaş’ta olsa da, siyah-beyazlı arkadaşlar Ersan’ın Galatasaraylı olma ihtimalinden bir hayli korkmuştu.

Haklılar da. İkinci bir Mehmet Topuz vakasının yaşanması hayli abes olurdu. Fakat #dayanveefsaneolersan nedir? Galatasaray'a hakarettir. Adam sürgüne gitmiyor, silah zoruyla oynatılmayacak, parasını kazanmaya devam edecek. Belki gönlünün geçtiği takımda değil, ama o takıma bir adım daha yaklaşmış olarak.

Beşiktaşlı arkadaşların “efsane” mantığını tartışmak bana düşmez tabii. Sadece yarım dönem forma giyen bi’ adam, sırf Twitter’a Beşiktaş formalı bir fotoğrafını koydu diye birden, Metinler, Feyyazlar, Aliler, Mehmetler gibi efsane olmuş olabilir. Üstelik Adana başkanı da dahil herkes Galatasaray’dan resmi teklif gelmediğini açıklarken, yine Twitter’a “Sizin için direndim ve kazandım” yazıp taraftarın gözbebeği olmuş da olabilir. -Neye direndin, kime direndin, bu da ayrı bi' tartışma konusu.

Üstelik durum şu ki, Galatasaray kulübü Adana’ya resmi olarak bir teklif götürmedi, oyuncuyla görüşmedi. Beşiktaş’ın durumunun netleşmesini bekledi. Ünal Başkan kesinlikle fiyat yükseltmedi. (Adana’nın bu beklentisinin olmasına rağmen.)

Fakat ilginç bi’ şekilde, başta Ersan da olmak üzere herkes Galatasaray’ın her yerde ben Beşiktaşlıyım diyen bir futbolcuyu renklerine bağlayacağını düşündü. Ersan, yaklaşık 'on maç izleyebildiğimiz kadarıyla' iyi stoper, transfer zamanı geldi, Galatasaray'ın stoper (sanırım tek eksiğimiz stoperdi) eksiği olan bi' takım olduğu ortada. Hal böyle olunca transfer dedikodularının dönmesi normal. Sonuç olarak Ersan dört stoperi olan takıma gitmeyi tercih etti, çünkü o renklere bağlıydı, bu da tamam. Peki ama ortada fol yok yumurta yokken bu kadar piyasayı karıştırmak, taraftarları birbirine düşürmek ne kadar doğru, ya da taraftarın bu konudaki tavrı ne kadar akıllıca?

Ben kendi adıma ve çevremdeki insanlara bakarak şunu söyleyebilirim ki, birçok Galatasaraylı, Ersan'ın gönlünün Beşiktaş'ta olduğunu bildiği için Galatasaray'a gelmesini istemedi, siyah-beyazlı kulüp anlaşmanın yapılığı haberini duyurunca da iki taraf da mutlu oldu.

Demem o ki sevgili arkadaşlarım, fanatizm kimliğimizi bir kenara bırakıp sadece yaşananları görsek ve "Biz aldık işte adamı 'koyduk mu?'" tavrından hızla uzaklaşsak, süper ligimiz gelecek sene daha izlenir olabilir. Umarız Ersan da kendi takımında, Beşiktaş'ta mutlu ve başarılı olur, bize de sadece güzel futbolunu izlemek kalır. Ben de bir Galatasaraylı olarak "İyi ki bize gelmedi" diyip, derin bi' nefes alırım.

31 Mayıs 2011 Salı

Kısaca Veli Kavlak



Veli Kavlak'ı izlemekten ziyade, hakkında konuşulanlardan tanıyoruz. Bir de sene başında Beşiktaş'a attığı gol ile akıllara iyice oturdu. Football Manager verileri %60-70 yeterli bir referanstır benim için. Oyuncu hakkında komple doğru detayları vermez ancak fikir sahibi eder. Eh, elde fırsat varken bir iki maçını da izleyelim dedik. İki maçta oyuncuyu tamamen tanımak zor ama "karakteri" tanımak açısından yeterli.

Aston Villa deplasmanında 4-2-3-1'in sağ kanadında oynamış. Geriye yardım ve orta sahada pres konusunda dikkatli. Sürekli maçın içinde ve pozisyonunu kaybetmiyor. Ekstra hızlı koşan biri değil ama seri ve atik oyuncu. Zor işlere kalkışmaz, yardımlaşır. Topsuz alanda boş bölgeleri kovalayıp pas ister. "Şok pres" dediğimiz olaydan haberdar. Ülkenin hantal defanslarının üzerine salınması yararlı olur. Örneğin bu maçta takımın attığı ikinci golde arkadaşıyla yardımlaştı. Daha sonra topu tam kaybetti ki anında presle geri kazandı. Sağ ayağıyla çok düzgün kesti. Veli'nin asistiyle golü attı takım. 75'den sonra da orta sahanın ortasına geçti taktik gereği. Orada da işe yarar bir izlenim verdi. Sahada alan doldurmayı, pozisyon almayı biliyor. Nitekim Rapid Wien'e turu garantileyen üçüncü golde orta sahada topu kapan ve golü başlatan isim yine Veli Kavlak.

Başlamışken bir de Beşiktaş'ın Rapid deplasmanındaki maçını izledim. O maçta yine aynı sistemde ancak bu sefer sol kanatta oynamış Veli. O maç gerçekten hiç ölçü alınacak gibi değil. Beşiktaş'ın maçın büyük kısmında hakimiyeti var. Rapid'in belki de tek organize olabilirdiği atak var. O da Yahsin Pehlivan'ın güzel pasını daha da güzel bir şekilde Veli'nin gole çevirdiği hücum. Yani böyle ekstra işleri de var diyebiliriz.

Özetle Veli; ilk 11'in değişmez elemanı olamaz direk. Ancak kadro derinliği açısından çok büyük nokta atış. 4-3-3'ün göbeğinde, 4-4-2'in kanatlarında ve 4-2-3-1'in kanatları ve forvet arkası mevkilerinde yararlanmak mümkün. Kendisinin bir röportajında ısrarla "asıl yerim orta saha" dediğini okumuştum. Ancak kanatta oynaması daha yararlı gibi. Mücadesi olduğu kadar teknik-taktik katkısı da olumlu. Genç olması da gözden kaçmasın. Bir patlama sayesinde seneye 11'in ideal oyuncusu kıvamına bile gelebilir. Hayırlısı olsun.

Bonus: Beşiktaş - Rapid maçında bir diğer transferimiz Tanju Kayhan sol bekte oynamış. Pek etkinliği yok. Anladığım kadarıyla çift ayağını kullanabiliyor. İsmail kadar hücumcu değil. Taktik anlamda yararlanmak daha mümkün gibi. Pozisyon bilgisi olarak daha öndedir yani. Normal şartlarda İsmail'den formayı kapması zor ama Tayfur'u fazla bilmediğimizden yorum yapmak doğru değil. Sağ bekte de "aranan adam" olmadığı aşikar.

19 Mayıs 2011 Perşembe

Verdik Dertlerin Eline

Mutluluk izafidir.

Birinin mutluluktan anladığı, bir başkasının üzüntüsüne sebebiyet verebilir. Birini mutlu edebilecek herhangi bir şey bir başkasını tatmin etmeyebilir ya da birisi için oldukça önemsiz gözüken bir durum bir başkasına tarifi imkansız mutluluklar yaşatabilir.

İçinde barındırdığı herkesi acısıyla dahi mutlu edebilen bir şey varsa o aşktır. Aşk başa gelince izafiyet ortadan kalkar. Hisseden, hissettiren, seven, sevilen, vesile olan, tanık olan herkes mutludur, dahası mutluluğun bir parçasıdır.

Hepimizi çatısı altında toplayan aşk, Beşiktaş… Puan tablosuna baktığımızda memnun olabileceğimiz bir şey olmadığı aşikâr. Ama dedik ya, aşkın acısı bile ayrı güzel. Hani dedik ya, mutluluk izafi. Bu sene kahır şerbetinin tadını ezberlesek de, Beşiktaş’ı sahada görmek bile başlı başına bir mutluluk vesilesi değil miydi Allah aşkına? Siyah şort beyaz formayı bir halı saha maçında dahi görsek o elemanın takımını tutmuyor muyuz her birimiz? Sokakta top oynayan çocukların çığlığında bile bir Quaresma duyunca okşanmıyor mu yüreğimiz?

Geride bıraktığımız sezona ilişkin manşetlerde Beşiktaşlı için genelde hüsran, hayal kırıklığı, burukluk yazar. Ama onlar profesyonel manşetlerdir sonuçta, para için ve belli bir süreliğine oradadırlar. Birnevi dönen çarkın sözcülüğünü yaparlar. Esas olan Beşiktaşlıların gönlünde yer alan başlıklardır, gerisi vız-tırıs hava yollarının devamlı yolcusudur.

Beşiktaşlı bu sene yanlışı en başta yaptı belki de. Yapılan transferlerin ve içine girilen yeni sürecin verdiği ara gazını prospektüsteki yan etkiye göz atmaksızın aldık kabul ettik. Hazmedemedi bünye, helak ve bitap düştük. Oysa Guti gelirken, Quaresma üçlü çektirirken, Portekiz üçlemesi havaalanlarına sığmazken biz böyle düşünmemiştik. Bileti Dublin’e aldık ama Kayseri’ye gidecek kadar benzin koyduk depoya. Ligde direksiyona yüksek promil alkolle oturduk çoğu kez ve bu sebepten maruz kaldığımız çevirmelerde şiş ve kebap olduk.

Bu noktada halen ısrarlıyım. Beşiktaş’ı dünya kulübü yapmak, Beşiktaş’ı dünyaya uydurmak uğruna bildiğimiz, sevdiğimiz o Beşiktaş’tan taviz vermek demek değildir. Bizim için aslolan mesele, gelecek nesillere Beşiktaş’ı bir dünya kulübü olarak bırakmak değil, Beşiktaşlı bir dünya bırakmaktır. Bu Beşiktaş dünyasında herkes kendini ve etrafını arıtacak ve aydınlatacaktır. Bu Beşiktaş dünyasında herkes Beşiktaş’a ve Beşiktaşlılığa sahip çıkacaktır. Gol her zaman dünya çapında forvetlerden gelmez, Takoz Recep’in röveşatasıyla ve üstelik yanlış kaleye de isabet edebilir. En iyi ara pasını her zaman Guti atamayabilir ama en kalleş geri pası hep Halilagic’ten gelir. Bir gün santrafor kaleci eldivenlerini giyip panter kesilebilir, başka bir gün kartal kalesinden Londra semalarına öpücük konduran bir asist gelebilir. Diyeceğim o ki Beşiktaşlı Beşiktaş’tan gelecek olan her şeye alışık, hazır ve razı olmalıdır.

İyi günde sahip çıkmak, ardında yürümek ve mutluluk konvoylarına katılmak kolaydır. Önemli olan kötü günde, gelecek iyi günlerin habercisi olmaktır. Oysa hayal kurmanın en bilindik kalleşliğidir hiçbir zaman gerçeğe dönüşmeyecek olması. Ama kapılırsın, ister istemez kapılırsın. Yeter ki hayalinin içinde ihtiraslar ve bunlardan kaynaklanan kıyımlar olmasın. Hakan topu doksandan çıkardığında değil, kornerde boşa çıktığında alkışlansın bir kere de. İsmail’in şutu tribünlere de gitse o ıslık sesi yerine o şutun gol olduğu gün geldiğinde yaşanacak gol sevinci ufak ufak hücrelere zulalanmaya başlasın. Guti ayağına her top alışında beklentimiz tereyağından çekilmiş kıl olmasın. Bobo için bir kere de topa yetişemediği zaman alkış kopsun statta.

Hak vereceksiniz; çocukluk çağlarımızda hepimiz daha mutluyduk. Sadece çocukluğun vermiş olduğu bir mutluluk değildi bu. O zaman dünyamıza imkansızlıklar hakimdi belki ama, belki de bu imkansızlıktı o dönemki mutluluğa imkan sağlayan. Formayı sadece topçunun üzerinde görürdük. Herhangi bir beyaz kıyafetin üzerine bir Beşiktaş arması diker ve o an hepimiz Beşiktaş’ın forveti oluverirdik. O zamanlar futbolcularla böyle bugünkü gibi sosyal medya sitelerinden sanal arkadaşlıklar edinip bunlara güvenerek enseye tokat olayına girdiğimiz olmazdı. Adına “tribün” denen ve milyonlarca Beşiktaşlının o akşam oynanan maçtaki yürek çarpıntısını dışa vurmakla görevli şanslı azınlık, maçlarda görürdü futbolcuları. Isınmaya çıktıklarında oley çekilirdi. Buluşma ve temas bundan ibaretti. Ama daha samimiydi. Futbolcu elini yüreğine koyar, taraftarın alkışı ciğerinden kopardı. Arada ağabeylerimiz antrenmana baklava götürürlerdi. Onların ağzı tatlanırdı, biz akşam spor haberlerinde izlerken tatlının şerbetinden gıyaben nasiplenirdik.

Futbolun belli başlı klasiklerdi vardı ezelden beri, bundan sonra da olmaya devam edeceği gibi. Ama Beşiktaş mabedi, futbol klişelerinin sınıfta kaldığı, ceza olarak tek ayak üzerinde bekletildiği yer oldu hep. Sosyal boyutu zaten malum, kimler kimler orada ters köşeye yatmadı ki… Kimler yüceltilip baş tacı edilmedi ve yine aynı şekilde kimler kılına bile dokunulmadan oradan dayak yemedi ki…

Fakat bunun yanında; -işin en enteresan ve güzel tarafı da bu olsa gerek- bizim maçlarda taraftarın oyuna katkısı da çok olmuştur hani. Az evvel değindik ya, golleri her zaman en iyi forvetler atmaz. Bunun en büyük ispatıdır Beşiktaş tribünleri. Bir gün bir bakmışsınız, cefakâr eski açık ortalamış, yeni açığın direkten dönen kafasını Kapalı tamamlamış ve ilerleyen dakikalarda başka gole gerek kalmayınca maç 1-0 Beşiktaş’ın üstünlüğüyle sona ermiştir. Ya da Vedat kaptanın sol taraftan getirdiği topu alan Baba Hakkı, çalımlarla ceza sahasına girerken penaltı noktasında demarke durumdaki Optik Başkan’ı görmüş, yıldız oyuncunun plasesinde top yalan dünyanın solundan ağlarla buluşmuştur. Ertesi gün maç yazısında Kâzım Kanat, Beşiktaş’ın cesur yüreği Çarşı’yı överken Mehmet Işıklar’ın attığı mükemmel gole şapka çıkardığını belirtmiş, hepimizin ahrazlığına dil olmuştur.

Transfer sezonuna girerken kuvvetle muhtemel kayışı koparacağımızı bilsem de –hevesinizi kırmak istemem ama- şu ruhu transfer etmeye bakalım derim, adı geçen veya gönüllerde yaşatılan dünya yıldızlarından önce. O ruhun maliyeti yalnızca Beşiktaşlılığı her şeyin önünde tutmaktır. Bonservisi elinde ve Beşiktaş’a fedadır. Karın tokluğunu bile iter tozlu raflara ve sırf Beşiktaş’a aç kalmamak için atar kendini sahalara. Her mevkide oynar, joker gibi adamdır. Her takım kadrosunda onu barındırmak ister. Biz onu tüm gücümüzle sahaya verebilirsek eğer, emin olun o da bizi utandırmayacak ve sahada basmadık yer bırakmayacaktır. Yeri gelir çizgiden çıkartır topu, pozisyonun devamında rakip ceza yayı üzerinde kazanılan bir frikikten golü atar ve kapalıya koşar. Her maçın yıldız odur, akan her damla terde onun emeği tüter. Ama on numara tevazu sahibidir gel gör ki. Kendini göstermez olduğu gibi. Her seferinde başka bir bedene bürünür ve çizdiği silüeti sevdirir bizlere. Bazen Toraman olur isyankârlığıyla. Sonra bir de bakmışsınız Beşiktaş’ın çocuğu olmak istemiş, Necip’in bedeninde can buluvermiş. Quaresma’nın ayak dışına kondurduğu öpücük Almeida’nın alnına konuverdiğinde hadiseyi gören herkes –biz de dahil- Quaresma ortaladı, Almeida attı sanarız. Oysa kazın ayağı öyle değildir. Hepimizi sevince boğan o an, sadece bir golden, meşin yuvarlağın üç direğin arasını istikamet edinmesinden ibaret değildir.

Şöyle bir bakın oynanan tüm maçlara. Bu anlatmaya çalıştığımız ruhun ortaya çıktığı tüm maçların bir ortak noktası vardır. Bu ortak nokta şudur ki, istenen atmosferin oluştuğu her maçta Beşiktaşlılık duygusu kazanma duygusunun önüne geçmiştir. Mersin İdman Yurdu kupa maçında o yağmurda az ama öz Beşiktaşlı yine flarmoni orkestrasına giderini yapmıştır. Şeref Bey’deki Antalya maçında herkes son dakika gelen galibiyet golüne sevinmeyi bırakmış, birbirine sarılıp teselli eden Hakan ve Hilbert’i alkışlamıştır. Olimpiyat Stadı’na o zorluklar içinde akın eden binlerce Beşiktaşlıyı gördükten sonra; tabelada Beşiktaş 2-1 mağlup yazsa da benim nazarımda sezonun en farklı galibiyetini almıştır. Ve daha fırından yeni çıkmış bir örnek; mabetteki son buluşma olan Eskişehir maçında yenen gole rağmen söylenmeye tüm ritmiyle devam eden beste, daha goller gelmeden Beşiktaş’a 3 puanı kazandırmıştır. Bir de tersini düşünün; fark atarız, gözü kapalı yeneriz, futbol değil çayda çıra oynarız denen her maçta karın ağrısı yaşanmış, beklentiler hayal kırıklığına dönüşmüş, gece nöbetlerle noktalanmıştır.

Devamlı tribün kovalayan ağabeylerimiz-arkadaşlarımız benden daha iyi bilirler. Onca yol ve cefa çekildikten sonra şehre mağlup dönüldüğünde “bir dahaki deplasmanda ben yokum hacı” diyenler, 15 gün sonra “oğlum kaç otobüs gidiyoruz?” diyen ilk insanlardır. Siyahın kontrastı beyaz, acınınki aşktır. Siyah bazen, hatta çoğu zaman beyaza baskın gelebilir ama acı ile aşk arasındaki tüm derbilerde kazanan –eğer göstermelik değilse- aşktır.

Tüm bunların ışığında, bu sezonun çok kötü geçtiğini düşünen herkese bir kez daha sormak isterim: Halâ her şeyin çok kötü gittiğini mi düşünüyorsunuz? Eğer öyleyse hakikaten bazı şeylerin değil, her şeyin değerinin kaybedilince anlaşıldığına inanmaya başlayanlardan olurum ben de. Şimdi kötüleyip burun kıvırdığımız birçok şeyi yokluklarında öyle bir özleyeceğiz ki, benden söylemesi. On sene belki her maç yine mi denilen İbrahim Üzülmez’i, hangimiz arada bir yâd etmiyoruz ki. Dileğim bu şekilde andığımız değerlerin çoğalmamasından ibaret. Çünkü şimdi kırık dökük yanlarından, pek konforlu olmayan koltuklarından, kolonlarındaki çatlaklarından sızlandığımız İnönü’yü de özleyeceğimiz günler gelecek. Her şeye rağmen kaleyi hafif sol çaprazdan gören bir serbest vuruşta zaman zaman Nihat’ı arayacak gözlerimiz. O çok kızdığımız Baki’yi her penaltıda olmasa da hatırlayacağız arada bir, penaltı atmadan gittin lan diye hayıflanacağız. Kaybettiğimiz canımız Optik abiyi zaman zaman acıkmamız vesilesiyle anıp yine maziye dalacağız. Ama gelecek sezon başladığında kimse geride bıraktığımız sezon kaybedilen maçlar ya da kaçan goller için ağlamayacak, ah çekmeyecek, bir sigara yakmayacak. Demem o ki tabela gidecek, ışıklar sönecek, perdeler kapanacak ve biz yine Beşiktaş’la baş başa kalacağız.

Var mısınız şimdi Beşiktaş’tan varlığından başka hiçbirşey beklemeden yeni sezon için beste karalamaya? Var mısınız Beşiktaş çıkış tünelinden çıktığında “sahaya çıktın ya, o da yeter” duygusunu hissettirmeye? Var mısınız herhangi bir kartal parçasına topu kaptırdığı zaman moral vermeye, golü kaçırdığında alkışlamaya? Hazır mısınız edilen bin tövbe de olsa binbirinci kez bozmaya? Söyleyin başka bir duygu varsa böyle kutsal. Var mısınız Beşiktaş’a her an aşık olmaya?

Hangimiz nelerden vazgeçmedi ki hayatta?
Beşiktaş hak etmiyor mu bu kadarını?
Sevdiğimiz kızın adını ah ulan ah diye söyleye söyleye az mı körkütük sarhoş olduk?
Mahallede köşebaşında sırf onun gelişini görmek için az mı sebepsiz yere volta attık?
Hastalanan bir çocuğun başında hiç mi beklemedik?
Komaya mı girmedik olmadık şeyler için?
Olmuş sabahın beş buçuğu, uykusuzluğuma hayıflanıyorsam zayıflanmaların tillahındayım demektir. Biz ki ne badirelerde serden geçmiş, neler, kimler uğruna “her şeye değer” demişiz.

Senden esirger miyiz sandın koca çınar?
Bestede de dediğimiz gibi başın öne eğilmesin sakın. Biz halimizden memnun, aşkımızdan Mecnun’uz. Varlığından daha has bir mutluluk sebebi yok, haberin olsun. Sakın bizi üzdüğünü düşünüp üzme kendini. Sen bizi en dipsiz kuyulara dahi girsek bulup çıkaransın. Sen bizi düşünme. Biz burada seni bekliyoruz ve Turgay kardeşimin teskere alışını kibarca bildirdiği mesajdaki gibi verdik dertlerin eline. Unutma, ardında milyonlarca askerin var ve sen her askerin şafağındaki doğan güneş; senden bir an olsun umudu kesenin iki cihanda gelmesin bir araya iki yakası.

Biz yaşadığımız alemi aştık, ne kadar alem varsa o kadar sözümüz var.
Vay arafta kalanların haline.
Başımıza yıkılsa da bu dünya, üstümüze üstümüze gelse de duvarlar; sayende yine verdik dertlerin eline!