Doruk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Doruk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Temmuz 2011 Cuma

Aslolan Şereftir, Şeref de Beşiktaş

- Beni seviyor musun?
- Eee… (kem ve küm)
- Bi dakika bak şöyle yapalım. Beşiktaş’ı seviyor musun?
- Evet.
- Bak bunu rahatlıkla söylüyorsun. Bize gelince mi tutuluyor dilin?
- …

Adına sevgili denen zat-ı muhtereme seni seviyorum deme antrenmanları yaparken bünyeye yüklenen kondüsyonun adısın şanlı Beşiktaş. Tribünde çizdiğimiz o fırlama portreden eser kalmayan bir ağırbaşlılık içinde yüreğin sevdiğine bile ağız dolusu bir “seviyorum” diyemezken sana olan aşkımızı Fizan’a duyurabiliyorsak elbette var sebebi. Sevgili tarafından bile “kıskanılan” oluyorsan bu benim değil, senin eserin. İsteyen istediğini desin bana ve kimse aksini iddia etmesin. Çünkü ben sevmeyi senden öğrendim.

İlk sevdalar farklıdır, kolayca unutulmaz. Genellikle mahallenin havalı kızını seversin çocuk aklınla. O kız saçını okşar, yüzünü sever ve sırtını sıvazlar. Ama seni çocuk görür hep. Çocuk duyguna bakmaz da çocuk yaşına bakar. Onu gördüğün anda kalbinin ne kadar hızla çarptığını ölçmez de bücür boyunu ölçer. Sana hep sıcacık gülümseyişleri vardır. Sen bunu hep yürek çarpıntısı sanırsın. Öyle sanmak istersin. Hayal kurmak ve de kurduğun hayale inanmak. İnanırsın, umutlanırsın. Ta ki o kızın kolunda yalan, dolan ve katakulli eseri bulunan, edebi hiç takmayan hatta yukarıdan bakan, ama sırf kıza şirin gözükmek için yapmacık sevgi gösterilerinde bulunan o “lavuğu” görene kadar…

Oysa rivayete göre (ben hatırlamıyorum o günleri) daha 3-4 yaşlarımda dilime bir Metin-Ali-Feyyaz bestesiyle düşmüşsün sen ey şerefli Beşiktaş. Üstelik ne boyumu ölçmüşsün, ne çocuksu sevdamla dalga geçmişsin. Beni o bacak kadar boyumla seni sevebilmeye koşulsuz şartsız kabul etmişsin. Sonra -miş'ten -di'ye geçince sana dair hatıralarım, yani kendim ve kendiliğimden hatırlamaya başlayınca sana dair anılarımı, elele büyüttük biz bu sevdayı. Üstelik harbi sevdaydı. Sadece beyazı yoktu, en koyusundan siyahı da vardı içinde. Sadece sevgilim deyişler yoktu, acının dibini de yaşattın bana. Daha 12 yaşındayken içmek istedim ben Halilagic’in o zalim geri pasında. Dahası var. Meyhanem oldu Valeranga. Kah Takoz Recep’ti arkadaşım, kah İlhan, kah Nouma. Hani o çakırkeyf olunan gecelerin sonunda ille de sırtını sıvazlayan biri çıkar ya… Sen yenilsen de bize senin şerefini, duruşunu öğreten Şeref Bey, Baba Hakkı, Süleyman Seba… Tribünde Optik Başkan, Pembe Hasan, Koko Cavit, Cüce Ayhan, Hacıbaba… Sana içilen gecelerin sonunda teselli için bizimle de bir duble attı ve sırtımızı sıvazlarken onları hatırlattı bize hep, omzunda o beyaz havlusu ve sesinde o babacan tonla meyhaneci baba.

Üstelik o mahallenin güzel ablası gibi sağa sola mavi boncuk da dağıtmıyordun sen. Kırıtarak değil, dümdüz ve başı dik yürüyordun. Ayak seslerinden belliydi her nereye olursa olsun gelişin ve omzunda siyah palto, üzerinde beyaz atkıyla sen yüreklerimizi titretiyordun. Senin yanında yapmacık sevgilerden de, abla kovalayan lavuklardan da hiç görmedim ben. Sen öyle mağrur durdun ve ben sana tutuldum. Sen sadece var oldun, ben sana aşık oldum.

Sen bir kez bile seni sevip sevmediğimi sorgulamadın. Çünkü cevabını biliyordun. Ben binlerce kez seni sevdiğimi haykırdım cümle cihana. Daha çok bil ve daha çok sevil istiyordum. Yarın uyandığımda, bu gece bıraktığım iyi geceler öpücüğünün şefkati olsun istiyordum armanda. Seni her geçen gün daha çok sevmek için yakıyordum balataları. Layık olmalıydım sana. Bu yüzden kimse böyle sevilmemeliydi ve kimse öyle kolay kolay duyamamalıydı tarafımdan sevildiğini, senden başka.
El değmemiş bir sevdanın ses değmiş, yürek değmiş, emek değmiş iki bekçisiydik. Benim dünyam sendin. Dünya dedikleri ise bir mahalleydi yanında olsa olsa. Beşiktaş semtinde herkes bilirdi bizim sana ne derece tutkun olduğumuzu. Fakat bu kadar severken dahi sadece kendimize saklayamadık ve saklayamazdık seni. Paylaşmalıydık, paylaştıkça büyümeliydilk. Şeref Bey’in, Mehmet Şamil’in, Fetgeri’nin karşısına geçip Allah’ın emri peygamberin kavli muhabbeti yapacak kadar cesur değildik. Defalarca ayna önünde prova ettik. Daha işin tiyatrosunda korkudan, heyecandan ve karşımızda duran heybetin siluetinden altımıza ettik. Baktık ki böyle olmayacak bu iş, biz de aşkı bizden başka kimsenin anlayamayacağı şifrelerle ifade ettik. Adına beste dedik, deplasman dedik, çorba dedik. Sevdamızdan ötürü hiç baş eğmedik. Gizliyattan ziyade harbiyattan yanaydık. Edebiyatta değil, biz seni ecelde ve hayatta sevdik. Buluşmalarımız aşkımız gibi aşikardı. Randevu saatlerimiz şaşmazdı hiç. Gündoğdu idi kavuşma saati. Kavuştuğumuz yer cennetti. Bize sadece İnönü değil, senin ayak bastığın her yer mabetti. Gençliği mahvoldu diye bana dudak bükenlere acırım esas. Mahvolduysa da o gençlik, senin aşkın mahvetti.

Hasetinden çatlıyordu senden başka ne varsa. Günlerce aç ve susuz kalıyordu insanlar icabında. Ama bir saniye dahi olsa sensiz kalmak feci koyuyordu. Bunu ve bizi kimse anlayamıyordu. Aramıza türlü türlü engel koydular, aştık. Senin için dayak yedik, it kopukla dalaştık. Sanma ki bir an olsun korktuk ve kaçtık. Sen bizimle oldukça kaybedecek hiçbirşeyimiz yoktu. Bu yüzden severken sınırları aştık. Her defasında bizler de böylesine sevebildiğimize şaştık. Şunu bil ki koca çınar, biz sokakta yürürken bile Ahmet, Mehmet, Hasan, Hüseyin, Doruk değil, Beşiktaş’tık.

Biz seni şeref bildik, namus bildik. Sevdanı yemin bildik. Direnilerek, savaşılarak ve mücadeleyle kazanılan bir aşkın sonunda gelinin alnından öpercesine kutsal bildik. Şimdi seni itin çakalın ağzına yem etmeyiz. Adını mahalle kahvelerinde dedikodu öznesi diye belletmeyiz. Tüm dünya alem kötülesin seni varsın. Biz senin koynunda uyuduğumuz her gece, bir sonraki geceye kavuşmak için ölmeyiz.

Elalemin ağzı torba değil ki büzesin. Sana kara çalanı şerefinle düzesin. Tamam, ilk başta kızdım ben de. Leke geldi sandım, ayıkamadım mevzuya. Ama hangi leke cesaret edebilirdi ki sana bulaşmaya? Sırf bir takım çıkarlar ve dolambaçlar uğruna senin adına düşürülmeye çalışılan gölgeler varsa da serinletici diye bilinen gölgeleri yakmaya gidiyoruz inadına. Adalet önünde suçludur Beşiktaş diyorlar. Yer miyim ulan ben, işler mi bu bana? Bu dünyada yok ki adalet. Amerika’da bir veledin su püskürttüğü silah, Filistin’de bir bedenin katili oluyorsa hangi dünyadan ve hangi adaletten bahsediyorsunuz Allah aşkına?

Böyle karmaşık ortamlarda söylemeyi çok sevdiğimiz bir söz vardır ya hani. “Herkes kendi kapısının önünü süpürsün.” derler, süpürmüyorum ulan ben. Elimde faraş da var, süpürge de ama bulamıyorum bizim kapının önünde bir çöp tanesi ve bir toplu iğne başı kadar leke bile. Benim yerim, meskenim Topuk Yaylası değil. Aksi bir durumda, ortaya çıkan herhangi bir foyada topuklamak gibi bir gayretim de yok çabam da. Alnım açık, başım dik. Bulamazsınız en ufak bir kara, beyazın yanındaki rengimizden başka. Yerin yedi kat dibinden arş-ı alâya kadar araması da denemesi de bedava. Neyin kafasını yaşıyor ve neyin cakasını yapıyorsunuz ulan? Beşiktaş’ın adını katakulliyle anmak için dün de bugün de yarın da sekiz tane ciğer, on okka John Benjamin Toshack lazım adama.

Lanet olsun dünyaya yeni gelen çocuklara bıraktığınız şu dünyaya. Lanet olsun bu dünyayı terk ettiğiniz düzene. Çıkarınıza, menfaatinize, gösterişinize, asılan süslü püslü afişinize lanet olsun. Futbolu mahalle arasında iki taş ve bir meşinden ibaret görenler biziz. Rant kapısı, kurt sofrası haline getirenlerin yeri ve rengi başka. Başkası için vuslat ve rüya, bizim için tenekedir sizin düzeninizdeki her kupa. Beşiktaş’ta kaptanlık pazubandını takmış, hoca olarak kulübesinde volta atmış Tayfur’a, Seba’nın yeğeni Tayfur’a yüklenip karanlık sorgu odalarında basıyorsunuz ya soruları ardı ardına, benim sadece şu soruma cevap verin. Sizin yaratmaya çalıştığınız ve şimdi de erk için kurban aradığınız bu düzene kahrolsun endüstriyel futbol diyerek karşı çıkan var mı bizden başka? Bizim o derdi tasayı unutturan ve sevgiliyle buluşturan romantik oyunumuzu bu hale siz getirdiniz. Aksini ispat edene benden bir hipodrom, bir de şeref için feragat edilmiş kupa. Hadi beni de alın teknik takibe. Dava sürecini etkilemeye teşebbüsten tam dün Adalı Başkan ve Tayfur Hoca için tutuklama kararının çıktığı saatte alın götürün beni de. Sonra küçükken aşık olduğumu sandığım o mahalle kızının yanındaki eleman buyursun “bu ateş üflemeyle sönmez “ diye ve ben de güleyim kaba etimle.

Sen aldırma Beşiktaş, biz bunu da atlatırız. Bir gün birinden darbe alacaksa bu düzen, emin ol ki suratına tokadı biz patlatırız: Kim ne derse desin, benim Beşiktaşımsın sen. Kimsenin ne ettiğiyle ne etmediğiyle lekelenecek türden değilsin. Sen Şeref’in uğruna feda dediğisin. Sen benim ilk alın terim, sen benim ilk helal içkim, sen benim ilk ve sonsuz sevdam, sen benim mecburiyetimsin. Sen bana bu saatte ilan-ı aşk ettirecek tek kuvvetsin. Çakalın kol gezdiği yerde kartalın, şerefsizliklerin karşısında şerefin ta kendisisin. Senin ne tarlan yeşerdi ne buğdayın başaklandı. Sen bizim aşk tohumlarını bıraktığımız tarlasın. Sen bizim yediğimiz helal ekmeğin içindeki buğdaydan ötesine geçmezsin. Sen deplasman yoluna çıkarken validenin gazete kağıdına sardığı ekmek kadar helal, o ekmeği kazanan alın teri kadar şereflisin. Alem sana eğilsin, seni sevmeyen ölsün.

Yazı da, gece de şişe de bitti. Bir sarhoş bile sana bunları yazabiliyorsa düşün, temiz bir ciğerden ne sözler yazılır sana. Ama çok içiyorsam sebebi var anlasana. Ben her içtiğimde senin şerefine içiyorum. Şişe bitiyor, ben bitiyorum, şerefine yetişemiyorum.

Yaşasın şanlı şerefli Beşiktaş.
Yaşasın ey sevgilim Beşiktaş.
Gözlerim doldu ağlıyorum lan Beşiktaş.
Aslolan Şeref’tir, şerefin ta kendisi sapına kadar Beşiktaş!

Eyvallah…

19 Mayıs 2011 Perşembe

Verdik Dertlerin Eline

Mutluluk izafidir.

Birinin mutluluktan anladığı, bir başkasının üzüntüsüne sebebiyet verebilir. Birini mutlu edebilecek herhangi bir şey bir başkasını tatmin etmeyebilir ya da birisi için oldukça önemsiz gözüken bir durum bir başkasına tarifi imkansız mutluluklar yaşatabilir.

İçinde barındırdığı herkesi acısıyla dahi mutlu edebilen bir şey varsa o aşktır. Aşk başa gelince izafiyet ortadan kalkar. Hisseden, hissettiren, seven, sevilen, vesile olan, tanık olan herkes mutludur, dahası mutluluğun bir parçasıdır.

Hepimizi çatısı altında toplayan aşk, Beşiktaş… Puan tablosuna baktığımızda memnun olabileceğimiz bir şey olmadığı aşikâr. Ama dedik ya, aşkın acısı bile ayrı güzel. Hani dedik ya, mutluluk izafi. Bu sene kahır şerbetinin tadını ezberlesek de, Beşiktaş’ı sahada görmek bile başlı başına bir mutluluk vesilesi değil miydi Allah aşkına? Siyah şort beyaz formayı bir halı saha maçında dahi görsek o elemanın takımını tutmuyor muyuz her birimiz? Sokakta top oynayan çocukların çığlığında bile bir Quaresma duyunca okşanmıyor mu yüreğimiz?

Geride bıraktığımız sezona ilişkin manşetlerde Beşiktaşlı için genelde hüsran, hayal kırıklığı, burukluk yazar. Ama onlar profesyonel manşetlerdir sonuçta, para için ve belli bir süreliğine oradadırlar. Birnevi dönen çarkın sözcülüğünü yaparlar. Esas olan Beşiktaşlıların gönlünde yer alan başlıklardır, gerisi vız-tırıs hava yollarının devamlı yolcusudur.

Beşiktaşlı bu sene yanlışı en başta yaptı belki de. Yapılan transferlerin ve içine girilen yeni sürecin verdiği ara gazını prospektüsteki yan etkiye göz atmaksızın aldık kabul ettik. Hazmedemedi bünye, helak ve bitap düştük. Oysa Guti gelirken, Quaresma üçlü çektirirken, Portekiz üçlemesi havaalanlarına sığmazken biz böyle düşünmemiştik. Bileti Dublin’e aldık ama Kayseri’ye gidecek kadar benzin koyduk depoya. Ligde direksiyona yüksek promil alkolle oturduk çoğu kez ve bu sebepten maruz kaldığımız çevirmelerde şiş ve kebap olduk.

Bu noktada halen ısrarlıyım. Beşiktaş’ı dünya kulübü yapmak, Beşiktaş’ı dünyaya uydurmak uğruna bildiğimiz, sevdiğimiz o Beşiktaş’tan taviz vermek demek değildir. Bizim için aslolan mesele, gelecek nesillere Beşiktaş’ı bir dünya kulübü olarak bırakmak değil, Beşiktaşlı bir dünya bırakmaktır. Bu Beşiktaş dünyasında herkes kendini ve etrafını arıtacak ve aydınlatacaktır. Bu Beşiktaş dünyasında herkes Beşiktaş’a ve Beşiktaşlılığa sahip çıkacaktır. Gol her zaman dünya çapında forvetlerden gelmez, Takoz Recep’in röveşatasıyla ve üstelik yanlış kaleye de isabet edebilir. En iyi ara pasını her zaman Guti atamayabilir ama en kalleş geri pası hep Halilagic’ten gelir. Bir gün santrafor kaleci eldivenlerini giyip panter kesilebilir, başka bir gün kartal kalesinden Londra semalarına öpücük konduran bir asist gelebilir. Diyeceğim o ki Beşiktaşlı Beşiktaş’tan gelecek olan her şeye alışık, hazır ve razı olmalıdır.

İyi günde sahip çıkmak, ardında yürümek ve mutluluk konvoylarına katılmak kolaydır. Önemli olan kötü günde, gelecek iyi günlerin habercisi olmaktır. Oysa hayal kurmanın en bilindik kalleşliğidir hiçbir zaman gerçeğe dönüşmeyecek olması. Ama kapılırsın, ister istemez kapılırsın. Yeter ki hayalinin içinde ihtiraslar ve bunlardan kaynaklanan kıyımlar olmasın. Hakan topu doksandan çıkardığında değil, kornerde boşa çıktığında alkışlansın bir kere de. İsmail’in şutu tribünlere de gitse o ıslık sesi yerine o şutun gol olduğu gün geldiğinde yaşanacak gol sevinci ufak ufak hücrelere zulalanmaya başlasın. Guti ayağına her top alışında beklentimiz tereyağından çekilmiş kıl olmasın. Bobo için bir kere de topa yetişemediği zaman alkış kopsun statta.

Hak vereceksiniz; çocukluk çağlarımızda hepimiz daha mutluyduk. Sadece çocukluğun vermiş olduğu bir mutluluk değildi bu. O zaman dünyamıza imkansızlıklar hakimdi belki ama, belki de bu imkansızlıktı o dönemki mutluluğa imkan sağlayan. Formayı sadece topçunun üzerinde görürdük. Herhangi bir beyaz kıyafetin üzerine bir Beşiktaş arması diker ve o an hepimiz Beşiktaş’ın forveti oluverirdik. O zamanlar futbolcularla böyle bugünkü gibi sosyal medya sitelerinden sanal arkadaşlıklar edinip bunlara güvenerek enseye tokat olayına girdiğimiz olmazdı. Adına “tribün” denen ve milyonlarca Beşiktaşlının o akşam oynanan maçtaki yürek çarpıntısını dışa vurmakla görevli şanslı azınlık, maçlarda görürdü futbolcuları. Isınmaya çıktıklarında oley çekilirdi. Buluşma ve temas bundan ibaretti. Ama daha samimiydi. Futbolcu elini yüreğine koyar, taraftarın alkışı ciğerinden kopardı. Arada ağabeylerimiz antrenmana baklava götürürlerdi. Onların ağzı tatlanırdı, biz akşam spor haberlerinde izlerken tatlının şerbetinden gıyaben nasiplenirdik.

Futbolun belli başlı klasiklerdi vardı ezelden beri, bundan sonra da olmaya devam edeceği gibi. Ama Beşiktaş mabedi, futbol klişelerinin sınıfta kaldığı, ceza olarak tek ayak üzerinde bekletildiği yer oldu hep. Sosyal boyutu zaten malum, kimler kimler orada ters köşeye yatmadı ki… Kimler yüceltilip baş tacı edilmedi ve yine aynı şekilde kimler kılına bile dokunulmadan oradan dayak yemedi ki…

Fakat bunun yanında; -işin en enteresan ve güzel tarafı da bu olsa gerek- bizim maçlarda taraftarın oyuna katkısı da çok olmuştur hani. Az evvel değindik ya, golleri her zaman en iyi forvetler atmaz. Bunun en büyük ispatıdır Beşiktaş tribünleri. Bir gün bir bakmışsınız, cefakâr eski açık ortalamış, yeni açığın direkten dönen kafasını Kapalı tamamlamış ve ilerleyen dakikalarda başka gole gerek kalmayınca maç 1-0 Beşiktaş’ın üstünlüğüyle sona ermiştir. Ya da Vedat kaptanın sol taraftan getirdiği topu alan Baba Hakkı, çalımlarla ceza sahasına girerken penaltı noktasında demarke durumdaki Optik Başkan’ı görmüş, yıldız oyuncunun plasesinde top yalan dünyanın solundan ağlarla buluşmuştur. Ertesi gün maç yazısında Kâzım Kanat, Beşiktaş’ın cesur yüreği Çarşı’yı överken Mehmet Işıklar’ın attığı mükemmel gole şapka çıkardığını belirtmiş, hepimizin ahrazlığına dil olmuştur.

Transfer sezonuna girerken kuvvetle muhtemel kayışı koparacağımızı bilsem de –hevesinizi kırmak istemem ama- şu ruhu transfer etmeye bakalım derim, adı geçen veya gönüllerde yaşatılan dünya yıldızlarından önce. O ruhun maliyeti yalnızca Beşiktaşlılığı her şeyin önünde tutmaktır. Bonservisi elinde ve Beşiktaş’a fedadır. Karın tokluğunu bile iter tozlu raflara ve sırf Beşiktaş’a aç kalmamak için atar kendini sahalara. Her mevkide oynar, joker gibi adamdır. Her takım kadrosunda onu barındırmak ister. Biz onu tüm gücümüzle sahaya verebilirsek eğer, emin olun o da bizi utandırmayacak ve sahada basmadık yer bırakmayacaktır. Yeri gelir çizgiden çıkartır topu, pozisyonun devamında rakip ceza yayı üzerinde kazanılan bir frikikten golü atar ve kapalıya koşar. Her maçın yıldız odur, akan her damla terde onun emeği tüter. Ama on numara tevazu sahibidir gel gör ki. Kendini göstermez olduğu gibi. Her seferinde başka bir bedene bürünür ve çizdiği silüeti sevdirir bizlere. Bazen Toraman olur isyankârlığıyla. Sonra bir de bakmışsınız Beşiktaş’ın çocuğu olmak istemiş, Necip’in bedeninde can buluvermiş. Quaresma’nın ayak dışına kondurduğu öpücük Almeida’nın alnına konuverdiğinde hadiseyi gören herkes –biz de dahil- Quaresma ortaladı, Almeida attı sanarız. Oysa kazın ayağı öyle değildir. Hepimizi sevince boğan o an, sadece bir golden, meşin yuvarlağın üç direğin arasını istikamet edinmesinden ibaret değildir.

Şöyle bir bakın oynanan tüm maçlara. Bu anlatmaya çalıştığımız ruhun ortaya çıktığı tüm maçların bir ortak noktası vardır. Bu ortak nokta şudur ki, istenen atmosferin oluştuğu her maçta Beşiktaşlılık duygusu kazanma duygusunun önüne geçmiştir. Mersin İdman Yurdu kupa maçında o yağmurda az ama öz Beşiktaşlı yine flarmoni orkestrasına giderini yapmıştır. Şeref Bey’deki Antalya maçında herkes son dakika gelen galibiyet golüne sevinmeyi bırakmış, birbirine sarılıp teselli eden Hakan ve Hilbert’i alkışlamıştır. Olimpiyat Stadı’na o zorluklar içinde akın eden binlerce Beşiktaşlıyı gördükten sonra; tabelada Beşiktaş 2-1 mağlup yazsa da benim nazarımda sezonun en farklı galibiyetini almıştır. Ve daha fırından yeni çıkmış bir örnek; mabetteki son buluşma olan Eskişehir maçında yenen gole rağmen söylenmeye tüm ritmiyle devam eden beste, daha goller gelmeden Beşiktaş’a 3 puanı kazandırmıştır. Bir de tersini düşünün; fark atarız, gözü kapalı yeneriz, futbol değil çayda çıra oynarız denen her maçta karın ağrısı yaşanmış, beklentiler hayal kırıklığına dönüşmüş, gece nöbetlerle noktalanmıştır.

Devamlı tribün kovalayan ağabeylerimiz-arkadaşlarımız benden daha iyi bilirler. Onca yol ve cefa çekildikten sonra şehre mağlup dönüldüğünde “bir dahaki deplasmanda ben yokum hacı” diyenler, 15 gün sonra “oğlum kaç otobüs gidiyoruz?” diyen ilk insanlardır. Siyahın kontrastı beyaz, acınınki aşktır. Siyah bazen, hatta çoğu zaman beyaza baskın gelebilir ama acı ile aşk arasındaki tüm derbilerde kazanan –eğer göstermelik değilse- aşktır.

Tüm bunların ışığında, bu sezonun çok kötü geçtiğini düşünen herkese bir kez daha sormak isterim: Halâ her şeyin çok kötü gittiğini mi düşünüyorsunuz? Eğer öyleyse hakikaten bazı şeylerin değil, her şeyin değerinin kaybedilince anlaşıldığına inanmaya başlayanlardan olurum ben de. Şimdi kötüleyip burun kıvırdığımız birçok şeyi yokluklarında öyle bir özleyeceğiz ki, benden söylemesi. On sene belki her maç yine mi denilen İbrahim Üzülmez’i, hangimiz arada bir yâd etmiyoruz ki. Dileğim bu şekilde andığımız değerlerin çoğalmamasından ibaret. Çünkü şimdi kırık dökük yanlarından, pek konforlu olmayan koltuklarından, kolonlarındaki çatlaklarından sızlandığımız İnönü’yü de özleyeceğimiz günler gelecek. Her şeye rağmen kaleyi hafif sol çaprazdan gören bir serbest vuruşta zaman zaman Nihat’ı arayacak gözlerimiz. O çok kızdığımız Baki’yi her penaltıda olmasa da hatırlayacağız arada bir, penaltı atmadan gittin lan diye hayıflanacağız. Kaybettiğimiz canımız Optik abiyi zaman zaman acıkmamız vesilesiyle anıp yine maziye dalacağız. Ama gelecek sezon başladığında kimse geride bıraktığımız sezon kaybedilen maçlar ya da kaçan goller için ağlamayacak, ah çekmeyecek, bir sigara yakmayacak. Demem o ki tabela gidecek, ışıklar sönecek, perdeler kapanacak ve biz yine Beşiktaş’la baş başa kalacağız.

Var mısınız şimdi Beşiktaş’tan varlığından başka hiçbirşey beklemeden yeni sezon için beste karalamaya? Var mısınız Beşiktaş çıkış tünelinden çıktığında “sahaya çıktın ya, o da yeter” duygusunu hissettirmeye? Var mısınız herhangi bir kartal parçasına topu kaptırdığı zaman moral vermeye, golü kaçırdığında alkışlamaya? Hazır mısınız edilen bin tövbe de olsa binbirinci kez bozmaya? Söyleyin başka bir duygu varsa böyle kutsal. Var mısınız Beşiktaş’a her an aşık olmaya?

Hangimiz nelerden vazgeçmedi ki hayatta?
Beşiktaş hak etmiyor mu bu kadarını?
Sevdiğimiz kızın adını ah ulan ah diye söyleye söyleye az mı körkütük sarhoş olduk?
Mahallede köşebaşında sırf onun gelişini görmek için az mı sebepsiz yere volta attık?
Hastalanan bir çocuğun başında hiç mi beklemedik?
Komaya mı girmedik olmadık şeyler için?
Olmuş sabahın beş buçuğu, uykusuzluğuma hayıflanıyorsam zayıflanmaların tillahındayım demektir. Biz ki ne badirelerde serden geçmiş, neler, kimler uğruna “her şeye değer” demişiz.

Senden esirger miyiz sandın koca çınar?
Bestede de dediğimiz gibi başın öne eğilmesin sakın. Biz halimizden memnun, aşkımızdan Mecnun’uz. Varlığından daha has bir mutluluk sebebi yok, haberin olsun. Sakın bizi üzdüğünü düşünüp üzme kendini. Sen bizi en dipsiz kuyulara dahi girsek bulup çıkaransın. Sen bizi düşünme. Biz burada seni bekliyoruz ve Turgay kardeşimin teskere alışını kibarca bildirdiği mesajdaki gibi verdik dertlerin eline. Unutma, ardında milyonlarca askerin var ve sen her askerin şafağındaki doğan güneş; senden bir an olsun umudu kesenin iki cihanda gelmesin bir araya iki yakası.

Biz yaşadığımız alemi aştık, ne kadar alem varsa o kadar sözümüz var.
Vay arafta kalanların haline.
Başımıza yıkılsa da bu dünya, üstümüze üstümüze gelse de duvarlar; sayende yine verdik dertlerin eline!

10 Şubat 2011 Perşembe

Özgener'in Çarşı'ya Cevabı

T-Fi-Fi Başkanı Mahmut Özgener, Çarşı Grubu Resmi Sitesi Forza Beşiktaş'a yaptığı basın toplantısıyla cevap verdi. İşte Özgener'in açıklamaları:

"Beşiktaşlı yöneticilerin basın toplantısının ardından organize bir şekilde üzerimize gelen, verdiğimiz cevapla birlikte ataklarını daha da sıklaştıran Forza Beşiktaş'ı kınıyor, olayda sükunetini koruyan ve kendi işine bakarak "İstenmeyen olayları istiyoruz, Bursa değiliz...." gibi bir giriş sayfası yayınlayan GFB forumlarına teşekkürlerimi iletiyorum."

"Bazı gerçeklerin taraftarlar tarafından da bilinmesi gerekiyor.

1- Hakemler hata yapar. En üst düzey liglerde bile hata yapılıyor. Bu bizim değil, UEFA'nın sorunu. Bizim alanımız eyyam, onu da en iyi şekilde yerine getirdiğimize inanıyorum. Dünyanın en eğitimli hakemlerinin bile yapamayacağı eyyamı biz burada en iyi şekilde ortaya koyuyoruz.

2- Hakemlerimize istikrarlı bir şekilde klavyeden sallamayı biliyorsunuz. Oysa son salladığınız arkadaşımız Kamil Sabitoğlu, sizin iddia ettiğiniz gibi formaya göre değişkenlik gösteren bir hakemimiz değil, adı gibi sabit bir eyyamcıdır. Her gerek duyduğumuzda koşa koşa gelerek işinin gereğini yapan cefakar bir arkadaşımızdır. Böyle değerlerin kıymetini bilemezsek yakında görevini ifa edecek arkadaşlar bulamayız. Bu arkadaşlarımızı kimseye yedirmeyiz.

3- Özellikle Beşiktaş taraftarlarının açıklamaları futbolun dışına çıkmamıza sebep oluyor. Kupada iyi neticeler alınırken ligde alınan kötü sonuçlar ön plana çıkartılıyor. Kupayı başka bir federasyon başka bir MHK mi yönetiyor? Bakın, 30 yıldır kupayı alamayan kulüplerimiz var. Bu kulüplerimizin taraftarları hiç kupayı alamamalarından bizi sorumlu tutuyorlar mı? (Bıyık altından: Biz onlara ligi veriyoruz değil mi Sami? Muha :mrgreen:

4- Öhöm öhöm... Futbolda yorum yoktur, kararlar vardır. Futbolun anayasası vardır. Futbol bir kurallar oyunudur. Futbolun ruhunu bilmeyenlerin, zarar verenlerin alışkanlıkları değişene kadar mücadelemiz devam edecektir. Onlar sinene, bizim getirdiğimiz bu çarpık düzene alışana kadar biz sistemimizi uygulamaya devam edeceğiz. Ha bir de, futbolda demokrasi yoktur. Bakın ben bile TFF'nin başına aslında seçimle gelmedim, getirildim. Babam sağolsun."

Hepinize sesleniyorum, herkes işini yapsın. Siz tezahürata devam edebilin diye Beşiktaş'ı ligde tutmaya devam ediyoruz. Tüm bunlara siz takımınızı destekleyebilin diye göz yumuyoruz. Futbol bir oyundur, biz size oyun içinde Ali Cengiz sunuyoruz, yine de yaranamıyoruz. Velhasıl siz desteğe, biz eyyama devam şekerim.

Herkese sesleniyorum, TFF bu ülkede eli kolu uzun olanın kazanacağı bir ligin oynanması için mücadelesini sürdürecek. Geçmişte olduğu gibi biz de şerefiyle oynayıp hakkıyla kazananın önde olmasına izin vermeyeceğiz.

25 Ocak 2011 Salı

Şeref Bey'den Mektup Var... (Hoşçakalın Gözüm)

O zamanlar İstanbul’da bu kadar insan yoktu. Sokakların adımlarla geçilebildiği ve plaza ne demektir bilinmeyen zamanlardı. Trafik keşmekeşi nedir bilmezdi insanlar. Ülke ardarda gelen savaşların eşiğinden çıkmış ve yeni doğmuş bir bebek gibi emekleme aşamasındaydı. Gündelik hayatı, hobi denen mereti ilk kez tanıyordu insanlar ve futbol maçlarına dahi son derece şık ve güzel geliniyordu.

O zamanlar İstanbul’da bu kadar stat da yoktu. Tek tribünlü Fenerbahçe Stadı ve Şeref Stadı vardı. Günler geçip takım ve maç sayısı arttıkça statlar ihtiyacı karşılamaz oldu. Benim sahne alma sıram geliyordu artık, bilinmezlerde daha fazla duramazdım. Doğdum…

Zor ve sancılı oldu doğumum, tıpkı her ananın evladını doğururken çektiği o kutsal acı gibi. Planlandığı gibi olmadı yeryüzüne gelişim. Gazhane tarafındaki tesislere dokunamadılar. Sonra orayı yüksek bir taş duvarla kapattılar, artık yeryüzüne inebilirdim. Hatta İstanbul’un en güzel yerine konabilirdim. Ayaklarımın altındaydı İstanbul ve artık Türk futbolunun yeni merkeziydim.

1947 senesinin bir sonbaharında açtım kapılarımı cümle cihana ve cihan padişahı Beşiktaş’a. Yabancı bir takımla oynuyorlardı. Seyirciler hep bir ağızdan Beşiktaş’ı destekliyordu. O gün benim de her zerrem siyah beyazdı. Sanki o gün karar vermiştim ömrümün sonuna dek Beşiktaş’ın olmaya. Hele gençten bir çocuk vardı, Süleyman. İlk golü attığı vakit insanların öyle bir sevinci vardı ki görmeliydiniz. Ben böyle mutlulukların yeni adresiydim.

52 yılıydı, adımı değiştirdiler. Siyasi imiş, öyle dediler. Yeni adım Mithatpaşa’ydı ama insanlar yine de yalnız bırakmıyorlardı beni. Akın akın geliyorlardı sevdalısı oldukları renkleri görmeye. Ben aşıkları buluşturuyordum. Bu yüzden herkes beni sevdi. Hatta herkes futbolu benimle sevdi. Artık tüm maçlara neredeyse ev sahipliği yapıyordum. İstanbul’un üç büyüğü de benim kucağımda oynadı maçlarını. En büyük yıldızlar benim çamurumla yıkandı. Kimleri kimleri mutlu ettim, ya da üzdüm bir bilseniz. Kimleri gördüm, kimleri taşıdım üzerimde. Kimler ayak bastı harcıma keşke kelimeler yetse de dökebilsem. Milli maçlar da dahil olmak üzere ne tarihi günlerin altında imzam var benim. Belki şu vatanda Türk Bayrağı’nın santra öncesi en çok dalgalandığı yerim.

Yıllar ilerledikçe düzen de değişiyordu ve insanlar her yeni düzene ayak uydurmakta çok hızlıydılar. İsmim 73’te yeniden eski şeklini aldı, ona da çabucak alıştılar. Bir de artık her takım maçlarını burada oynamaya başlamıştı. Derbi maçlarda da öyle bilet sınırı falan yoktu, isteyen gelebildiği kadar geliyordu. O dönemde tüm seyircileri tanıdım yakından, bana en yakın gelen ilk gözağrım Beşiktaş’ın taraftarıydı. En görkemli yerim kapalı tribündü, gerçi hala da öyle derler. O kapalı tribüne hakim olmak için taraftarlar arasında bir güç gösterisi başladı. Beşiktaşlılar mangal yürekli çocuklardı. Hürriyet, Şeref, Bahattin, daha niceleri… Verdikleri kavga sonucu aldılar kapalıyı, bir daha kimselere vermemecesine. Artık onlar bana, ben onlara kavuşmuştum.

15 yıl hüzünle geçtikten sonra 82’de şampiyon oldu Beşiktaş. Bu da çok önemliydi elbet ama daha da önemlisi benim bir sevgili bulmamdı. O sene Beşiktaş semtinin gençleri bir grup kurdular kendi aralarında. Adını Çarşı esnafından, gücünü alın terinden alsın diye Çarşı koydular adını. Optik vardı, Ayhan, Cem, Alen, Cavit, “Hacıbaba”, Hasan, Murat, niceleri… Beşiktaş sevgisi çığ gibi büyürken ben o kapalının göbeğindeki yakışıklı çocuk Çarşı’ya kaptırmıştım gönlümü.

Çok güzel günlerimiz, anılarımız oldu. O 15 senenin tadını çıkarırcasına seri şampiyonluklar gelmeye başladı. Gencecik, fidan gibi Beşiktaş çocuklarının eviydim artık. Efsane kadro olarak tarihe geçecek isimler, mayalarında benim kokumu taşıdılar hep. O zamanın başkanı da yukarda bahsettiğim Süleyman vardı ya, oydu işte. Beşiktaş’ı çok mutlu ettik beraber, Beşiktaş da bizi. Metin’in fuleleri, Takoz’un faulleri, Feyyaz’ın golleri, Ferdinand’ın estetik çalımları, Mutlu’nun uzun taçları, Sergen’in frikikleri, Pascal’ın kapalıya koşması, İlhan’ın kartal kanatlarını açması hiç çıkmadı aklımdan. Aşkımız devam ediyor, aşkımızı büyütenlerin sayısı ise artıyordu. Milenyum dedikleri bir çağ kapıda bizi beklerken trilyoner dedikleri bir herif talip oldu bana. Cevabı kapalı verdi, “İnönü bizimdir, direkleri sizindir.”

Hepinize, gelmiş geçmiş her birinize minnet borçluyum çocuklar. Bazı zaman öyle boynu bükük ayrıldınız ki, bir daha gelmeyeceğinizi bile düşündüm. Ama siz her seferinde daha kalabalık, daha gür sesli, daha başı dik geldiniz. Ne bana ne sevdaya hiç küsmediniz, beni yalnız bırakmadınız hiç. O zaman söylemedim ama şimdi söyleyeyim, ben de size çok kıyak geçtim aslında. Mesela Barcelona’yı 3-0 yendiğimiz maçta Baba Hakkı’yı, Vedat’ı, Sanlı’yı, Yusuf’u kimseler görmeden ben aldım içeri. Biz o maçı 11’e 11 oynamadık. O meşhur PSG maçında herkese durması gereken yeri ben fısıldadım. Liverpool maçında siz kan ter dökerken ben kıs kıs gülüyordum çünkü kalenin içine otobüs parketmiştim çaktırmadan, imkansızdı gol olması. Her devirdiğimiz maçta vardır bir Ali Cengiz’im. Feda olsun Beşiktaş’a azizim.

Desibel rekoru kırdığınız günden beri kulağımda işitme kaybı var. Beşiktaş taraftarı kavga ettiği gün kalbim teklemeye başladı, huzur vermiyor. O kadar maçı kaldırmak kolay değil, tansiyonum da var artık. Doktorlar heyecan verici şeyleri yasakladı, Fener maçlarında bile perhizdeyim artık. Anladınız siz onu… Kolonlarım çatladı, koltuklar eskidi, boyalar dökülmeye başladı. Ben galiba ufaktan yaşlandım ey yoldaşlar. O çağa ayak uydurmakta bir numara olan insanoğlunun da istekleri değişti.

Eskisi kadar sağlam olmayınca insanlar da eskisi kadar güvenemiyor bana. Ben siz üşürken oturduğunuz yerde sizi ısıtamıyorum da. Üstünüzü örtemiyorum yağmur yağdığında ey yeni ve eski açık. Halbuki şimdi stat battaniyeleri var. Açılır kapanır oluyor, bir damla üşümüyorsunuz. Maç seyrederken portakal suyu falan da dağıtamam size. Dedik ya yaşlandık diye evlat… İşte beni bu yüzden emekli etmek istiyorlar. Oysa biz mutluyduk değil mi böyle? Siz ıslansanız da yağmurla coşuyordunuz hatta besteniz bile vardı ya. Siz ne kadar soğuk olsa da hava benimle ısınmıyor muydunuz söylesenize? En güvende hissettiğiniz yer benim yanım değil miydi? Artık böyle diyorlar, beni yıkıyorlar. Üstelik karanlıktan korkarım ben, birileri iyi geceler demeden uyuyamam. Sizin o son dakikalarda Gündoğdu var ya hani, o benim iyi geceler öpücüğümdü. O da mı gidiyor şimdi? Hay Allah.

Neyse yoldaşlar, lafı uzun ettim. Aslında anlatmadıklarım anlattıklarımın yanında okyanustur. Neler götürüyorum kendimle bir bilseniz. Anlattığım kadarını yazmasını bir arkadaşınızdan istedim. O da en mutlu günlerini benimleyken yaşamış, öyle söyledi. Ben de madem öyle, borcunu öde dedim. Bu da benim size ayrılırken hediyem olsun hesabı.

Şunu unutmayın… Beşiktaş benden sonra da var olacak ve payidar kalacak ama Beşiktaş ve sizler olmasanız ben bir hiçtim. Ve size bir sır daha vereyim giderayak. Ben en çok sizin bana “Şeref Bey” deyişinizi sevdim. Şerefiniz daim olsun, şerefin çocukları.

Beşiktaş ve Beşiktaşlılığın önünde saygıyla eğiliyorum.
Mabediniz, Beşiktaş İnönü Stadı.

13 Ocak 2011 Perşembe

Adrenalin Halt Etmiş, Alayına Beşiktaş

Beşiktaş maçı izlemenin bazı rituelleri vardır. Totemlerin bini bir paradır, yumruklar her daim sıkılıdır, arkana yaslanmak, bacakları uzatmak, araya çay - çerez atıp rahatlama moduna girmek yasaktır. Hatta tarihte örneği de görüldüğü üzere ilk yarıyı 3-0 önde kapatır takım. Siz vurur kafayı yatarsınız, sabah bi kalkarsınız ki maç 3-3 bitmiş. Daha da acısı bu duruma şaşırmamaktır, çünkü Beşiktaş varsa olmaz olmaz.

Son transferlerden sonra, başka bir ifadeyle Beşiktaş yıldızlar topluluğu olarak anılmaya başladığından beri, biz Beşiktaşlılar bu zamana kadar yaşananları unutup bir miktar gaflete düştük. Kurulan takım interaktif futbol oyunlarında bile biraraya gelmesi zor isimlerden oluşunca bizler de PES oynarmışcasına bir skor ve futbol bekledik. Lakin makine gücü ile insan gücü hiçbir zaman bir olmamıştır.

Dün maç başlarken yalnızca özlem vardı içimde. Maç başlayınca yerini heyecana bıraktı. Zira sahaya çıkan kadro yine rus ruleti oynamaya meyilliydi. Sanki ilk maçı 3-0 kaybetmiş bir takım, rövanş maçına çıkıyordu. Savunmanın göbeğinde ise 6 aydır tek bir maç oynamamış Sivok vardı. Olası bir puan kaybı, kupaya bu sene de veda etmek demekti. Ayrıca gönül yeni kartalların ilk maçtan uçuşa geçtiğini görmek istiyordu, vesaire zinciri.

Almeida'nın gelişine çaktığı volenin, Manisa defansının baldırında patlamasının ardından Manisa'nın golü geldi. Ancak önemli olan; golü yediğimizde televizyondan izleyen biri olarak benim bile maçı alacağımıza olan inancımdan gram eksilmemesiydi. Takımın da buna inandığı gün gibi ortadaydı. Yenen golden ilk yarının sonuna kadar gördüğümüz Beşiktaş sezonun ikinci yarısında neler yapabileceğinin sinyallerini verdi.

Manisaspor'un ilk golünde asisti yapan Yiğit'in ön libero oluşu, Beşiktaş savunma ve savunmaya yönelik orta saha kurgusunun kopukluğuna işaretti. Göbekte dolan bu boşluğu doldurmak için Guti Haz., oyunu daha geriden kurmak ve daha fazla efor sarfetmek zorunda kaldı. Fakat bu bile Guti'nin gol bölgesindeki etkenliğini törpülemeye yetmedi. Haz; futbolu ve asistleriyle (özellikle ikinci gol pasıyla) herkese mesaj verdi. "Kim gelirse gelsin kral benim."

Sevgili ağabeyim Mustafa Demirtaş'ın "gizli 9" tabiriyle aklımda kalabilen Nobre dün yine o mevkide, yine çok iyi işler yaptı. Ayrıca Beşiktaş taraftarının futbolcuyu sevme kıstaslarının başında gelen koşma, mücadele etme, yüreğini ortaya koyma hallerinden de enstantaneler sundu bir hayli. Nitekim bu, benim kendisine ilişkin duygularımı değiştiren bir performans olmaktan ziyade, formanın kartalın midesine inmesiyle Nobre'nin oyunu arasında şüpheci bir denklem kurmama yol açtı.

İkinci yarıda ise gerek skoru elde etmenin gerektiğinden fazla güveni, gerek fiziki zaaflar ve hala devam edeen orta sahasızlıktan kaynaklanan bir düşüş oldu oyunda. İsmail-Hilbert ikilisinin vasat bek performanslarına Quaresma'nın şahsi oyunu ve Guti'nin fiziki düşüşü eklenince Manisa'nın beraberlik golü kaçınılmaz hale geldi. Oyunu 2-1'e getirdikten sonra kaçan gollerin faturası çok pahalı olacaktı ki Hilbert'in usta işi bindirmesiyle Simao'nun prof. işi pasını aldığı anda yapılan acemi işi penaltıyla paçayı kurtardı Beşiktaş, fark istenen, fark olabilecek maçta. Öyle her maçı kazanmanın kolay olmadığını, Beşiktaş maçı izlediğimizi de hatırlattı tekrardan. On numara promosyonu yapılabilir vaziyettir Beşiktaşlılık, heyecanı eksik olmaz. Adrenalinin diğer adıdır.

Dayıya akıl vermek gibi olmasın da, top rakipteyken sahada hasıl olan vaziyete bir çare bulması, nacizane ricamızdır.

Özlemişiz Beşiktaş'ı, hadi vira!

4 Ocak 2011 Salı

Beşiktaş'ın Değişimine Ayak Uydurabilmek

Önce ilk yarının, ardından 2010 yılının bitimiyle beraber bolca gidenler-gelenler, olanlar-bitenler belgeseli izledik televizyonlarda. Beşiktaşla ilgili olanları hep "vay be" dedirtecek cinstendi. Sezon başında Schuster Dayı, ardından Quaresma ile 1, Guti ile 2. havaalanı kuşatması, ara transferde ise çılgınlığın devamı olarak nitelendirilen Portekizli akımı...

Herşey güzel gibi gözüküyor değil mi, bir olumsuzluk yok?

Ama benim gibi "arıza" profile sorarsanız kazın ayağı öyle değil. Şimdi diyeceksiniz ki derdin ne senin? Derdim var, var da anlatamıyorum, anlamıyorlar, belki de dünya değişti bilmiyorum.

* Murat Alaçayır - Bayram ikilisini aynı takımın sağ ve sol kanatlarında izlemiş adam Q7 - Simao ikilisine rağmen dertleniyorsa,

* 24 yıllık ömründe Sergen'den başka maestro görememiş adam Guti geldiğinde hala "ama birşeyler eksik" diyebiliyorsa,

* İlhan ve Pascal'dan sonra golcü namına bir tek keyfekeder Bobo'yu görebilmiş bir adam Almeida'nın gelişine bir yandan sevinirken bir yandan ama diyorsa...

Bu adam ben olduğum için söylemiyorum ama, haklı sebepler vardır.

Birincisi, Beşiktaş hiçbir zaman bu profilin takımı olmamıştır. Her daim daha mütevazı icraatlarla ve puan tablosunda yazandan çok daha fazlasıyla kurulmuştur zirveye ve de gönlümüze. Beşiktaş hiçbir zaman bir "Los Galakticos" kartviziti ile yer almamıştır gazete manşetlerinde. Bu popülizm, bu transferler, bu hava alanı izdihamları, bu ezer geçeriz havaları başka takımlara ait karakteristiklerdir. Beşiktaş'ın bu kimlikten uzaklaşır olmasından duyduğum endişedir bu transferlere acaba deme cüretini bana bahşeden.

Çünkü ben ve benim gibi daha niceleri, Beşiktaş'ta Necipler, Nihatlar, Metinler, Sergenler, hadi ille de yabancıysa Madidalar, Amokachiler, Bobolar, Noumalar görmeye alışıktır ve bu geleneğin böyle sürmesini ister. Beşiktaş hazıra konmaz, kendi yıldızlarını kendi yaratır. Kendi unutulmazlarını kendi belirler ve bulundukları yere kendi taşır. Beşiktaş, İngiltere'de "sir" unvanına layık görülmüş sınırlı sayıda insan evladından biri olan Les Ferdinand'dan "eski Beşiktaşlı Ferdinand" diye söz ettirebilen güçtür.

Şimdi bu değişim, bu başkalaşım yönetimden taraftara tüm camiaya sirayet etmiş durumda. Eski tevazumuz yerini, rakip taraftarı transferlerle kızdırır hale gelen şımarık zengin çocuğu hüviyetine ha kaptırdı - ha kaptıracak. Dillerde bir 17'de 17 dileği var ikinci yarı için. Bunu Beşiktaş'a güvenerek söylüyorsak eyvallah, ama ezer geçeriz, sahaya gömeriz tarzı yaklaşımlar hiç bize göre değil. Keza transfer sezonu başında sadece Quaresma'ya bile dünden razı olan bizlerin şimdi Messi, Ronaldo istekleri, hatta bunu bestelere dökmemiz bize göre olmamasından da öte normal değil.

Bu kabuk değişiminin Beşiktaş kimliğini erozyona uğratması endişesini taşırken bir yandan da Necip'i, Muhammed'i, Ali Kuçik'i, genel bir ifadeyle Beşiktaş'ın çocuklarını düşünüyorum. Kısa vadede bu transferler onların mesailerini oldukça kısaltacak olsa da, uzun vadede bu isimlerin kendilerine katacağı çok şey olacaktır, tabi almayı başarabilirlerse.

Örneğin Necip daha bir ölçülü ve dengeli oynamayı Fink'ten değil de Fernandes'den,
Muhammed arapasını, adam eksiltmeyi, frikik kullanmayı, falsoyu, oyun görüşü ya da zekası denen kavramı Tabata'dan değil de Guti'den,
İsmail, Rıdvan gibi kanat oyuncuları orta ya da asist özelliğini Holosko'dan değil de Q7 - Simao ikilisinden,
Ali Kuçik gol vuruşunu, rakip defansı yıpratmayı, çapraz koşuyu, deplase olmayı, pozisyon bilgisi ve zamanlamayı Nobre'den değil de Almeida'dan öğrenebilecek ve kendilerini geliştirebileceklerdir, işin olumlu yanı da budur.

Bu yazıdan transferlere futbolun doğruları bakımından muhalif olduğum düşüncesi uyanmaması için şunu da söylemeliyim, bu kadroyla Beşiktaş'tan en azından ligde play station futbolu bekleyebilmek mümkündür. Elinde sanatçın varsa sanat her yerde vardır ve böyle bir malzemeyle futbol sanata dönüştürülebilir. O iş de artık Dayı'nın ellerinden öper.

Bekleyip göreceğiz...

22 Kasım 2010 Pazartesi

Ali Sami-YEN'elim Be Abi

Takım iyi gitmiyor, kabul. Birşeyler eksik, eyvallah. Bunları herkes görüyor ve kimse aksini iddia etmiyor.

Fakat bu görünenlerden daha vahim olan şudur ki; bugünlerde "Gücüne güç katmaya, formanda ter olmaya geldik" bestesine yalnızca ve lütfen eşlik ediliyor. Hissiyatta sıkıntı var, bu terimi lugatımıza kazıyan Sergen'e de eyvallahımız var.

Beşiktaş taraftarı için fazlasıyla umutsuz ve bezmiş görüyorum halimizi. Hadi yazıp çizmeye, hadi umut etmeye hevesimiz kalmadı, kara mizahın mizah kısmından nasibini alamamış yavanlıkta perspektiflerden bakacak takati ve cüreti nereden bulabiliyoruz kendimizde? Galatasaray maçı maç başlığında bile belki ağır olacak ama dağarcığımdaki en uygun kelime bu olduğundan "mesnetsiz" ithamlar görüyorum. Küme düşmeme derbisi diyebilme arsızlığına kadar gidebilmeler seziyorum, ayıptır. Sadece prestij diyenlere diyorum ki, o sahaya Beşiktaş çıkacak Beşiktaş. O formadan daha büyük bir prestij var mı? Yazıktır.

Forza Beşiktaş diyoruz, Çarşı grubu resmi sitesi. Çarşı en basit tarifle Beşiktaş taraftarının merkezi. Fakat Kazım Kanat abimizin cesur yürek sıfatını layık gördüğü bizlerde bile bir sinmişlik, bir yılmışlık. Sezonu şu an bitirelim deseler "baba büyüksün" diyecek bir inançsızlık. Adama derler ki, hayırdır ne oluyoruz? İlk defa mı kötü gidiyor birşeyler ve hadi biz ilk defa şahit olduk diyelim, daha ilk darbede dağılacak kadar bisküviden mi atıldı bizim harcımız? Ya da her sene şampiyon oluyorduk da bu sene mi zorumuza gitti salt çoğunluğa göre havlu atmış olmak?

Oysa bakın, çok değil bir hafta on gün önce ne demişiz?

Son olarak temas etmek istediğim nokta bu yazının değil, bu sezonun değil, Beşiktaşlılığın en can alıcı noktalarıdır kanımca.

Ben, ilk yarısını 3-0 galip kapattığımız maçta oğlunu uyutup maç 3-3 bittiğinde soluğu tesislerde alarak Şifo'ya "Ben sabah oğluma ne derim kaptan?" diyen adam tanırım, Beşiktaşlıydı.
Ben Kezman'ın golüyle 1-0 kaybettiğimiz Fenerbahçe maçından sonra günlerce hayattan soyutlanan, sakal tıraşı olması gerektiğini babasının "aczimendi" benzetmesiyle hatırlayan adam tanırım, Beşiktaşlıydı.
Ben Liverpool maçında o malum skordan sonra Çarşı kaşkolunu açan abiyle oturup iki çift laf etmedim, ama nerede görsem tanırım. Beşiktaşlıydı.
Ben Beşiktaş'ın küme düşme adayı olarak gittiği Zonguldak deplasmanını "O günleri gördük ama yine de vazgeçmedik." diye gururla anlatan Beşiktaşlı babamı da iyi tanırım ve derim ki; keşke biz de o günlere yetişebilsek, o acılarla yoğrulabilseydik. Bugün en ufak bir esintide savrulmayacak dirayeti gösterebilmek adına...


Biz doğum tarihimize ithafen Metin-Ali-Feyyaz çocukları denilebilecek şanslı keratalardık. Beşiktaş'tan dolayı acı çekmişliğimiz olmadı. "1-2-3 gol yetmez 4-5-6 olsun." beklentimiz o dönemki Beşiktaş'ı en iyi anlatan mısra olsa gerek. Benim hatırladığım ilk gözyaşım ise 93 yazına rastlar, müsebbibi Galatasaray'dır. O akşamın hala hafızamda kalan cümlesidir, "Hani şampiyon olacaktık baba?"

Hiç tanımadığım, yetişemediğim, bir mahalle kahvesinde oturup karşılıklı iki bardak çay içemediğim Mühendis Oktay gelir aklıma, rakip Galatasaray ise. Yiğidimizi ihtirasımıza bulaştırmak değildir maksat, ister istemez süregelen bir hınçtır içimdeki. Yine kendim tanık olmadığım fakat anlatılan, duyduğum, öğrendiğim Malatya'ya giden Murat 124'ler vardır, Gökhan'ın son dakika golüyle gelen 86 şampiyonluğunun son maçı olan Trabzon deplasmanında Galatasaray'ın Trabzonlu bir yöneticisinin soyunma odasına kadar girip "Hadi uşaklar" diye nara atışı o günleri hiç görmememe rağmen kulaklarımdadır.

O ilk bilinçli gözyaşından beri, Galatasaray maçları kah o yaraya pansuman, kah tuz olmuştur. Pascal'ın ölümüne kafasıyla Taffarel'i kıyak emekli ettiği maç, Sergen'in atıp şampiyonluğun gelişi, Ricardinho'nun tavana astığı penaltı, Sivok'un Arda'ya olan gol sevinci naziresi gönlümüzün hoş olduğu anlardır. Halilagic'in geri pası hayata küskünlüktür, "Zalat gelsin sizi kurtarsın" derken gelen Hasan Kabze volesi kaderin ağ örüşüdür Şifo'nun kupa finalindeki röveşatası şahlanıştır. Çifte kupalı şampiyonluk senesinde maç öncesi bir kartalı çağırdığımızda alayının gelişi o maçta tribünde olma şansını yakalayan benim için şampiyonluktan ötedir, efsanedir. Bu örnekler bitmek tükenmek bilmez, bundan sonra olacak bu gibi hadiseler de bu zamana kadar yaşananlarla benzer etkiler yaratacak, benzer izler bırakacaktır.

Dolayısıyla ben yaklaşan bir Galatasaray derbisine bu soğuklukta ve vurdumduymazlıkta bakamam. Bugüne kadar yorum ve övgüleri ile beni layık olduğumdan belki çok daha fazla yücelten sizlerden ricam, burada yorumlarınızı gören herkese heh şöyle dedirtmenizdir.

Ali Sami Yen tersmiş, Galatasaray bize karşı ballıymış.
İşler tersoymuş, Bobo ve Quaresma da yokmuş.
Yakışmıyor bu ölü toprağı bize. Bakın çok şükür, Üzülmez'in sağ ayağı hala yerinde.
Hele bir de ömürde görülecek son Sami Yen deplasmanı ise bu;
Bi el atın, omuz verin de şu maçı alalım be abi.
Beyoğlu'nun içinde doğan o çılgınca aşka güzel bir sezon finali çekelim. İnanalım herşeyden önce.
Çünkü mbaşka çare yok.
Bu hayata gelmeyi biz seçmedik.
Bizi dünyaya getirenleri de.
Doğduğumuz toprakları, gireceğimiz kara toprağı da.
Hatta yaradan tektir ama bizi yaradanı bile biz seçmedik.
Tüm bunların yanında Beşiktaş bizim Beşiktaşımız. Biz seçtik, biz sevdik. Şimdi cefasını bizden başkasına yedirmeyiz. Yanında olma şerefini de hakeza...

O zaman hep bir ağızdan;

Çocuklar inanın, inanın çocuklar
Güzel günler göreceğiz güneşli günler
Samiyen'de Cimbombom'u devireceğiz
Şampiyonluk şarkısının ...

9 Kasım 2010 Salı

"Sen benim hazin öyküm, bitmeyen türküm..."

Yazıya direk maç sonrasından başlamak belki yanlış, fakat bir girizgah bulmam gerekti. Affola...

Maç sonu düşündüğüm ilk şey "iyi ki her maç sonrası düzenli olarak yazması istenen profesyonel bir yazar olmak yerine keyfekeder bir çizer olduğum" idi. Zira maçla ilgili yazacak birşeyler bulabilmek gerçekten çok zor. Maç öncesi gerek dost, arkadaş meclislerinde, gerekse buralarda küçümsenen maçların klişesi haline gelen tabirleri kullanmaktan çekinmeyen bizler, şimdi başımız ellerimizin arasında kara kara düşünüyoruz. "İnönü'de şu Kasımpaşa'yı yenemiyorsak bu ligi boşuna oynamayalım." Eee, ne olacak şimdi?

Kayıpla geçtiğimiz bir maç sonrası "Oluruz Oluruz" başlıklı bir yazı yazıp yine de umut vermeye çalışan bir kardeşiniz, arkadaşınız olarak -ama Beşiktaş'ın olduğu yerde umut hep vardır demeyi de unutmadan- ilk kez bu derece yüklü bir kasvet içindeyim. Sebebi alınan skor değil, oynanan futbol da değil hatta. Her takımın kötü oynamaya, rezalet gününde olmaya bile hakkı vardır bahsedilen şey futbolsa. Beni umutsuzluğa sevkeden şey ise çarpıklık. Çarpıklıktan kastım olmayacak nedenlerle birşeyleri çarçur etmek. Futbol lugatında kötüsü olmayacak şeyleri bile kötü yapar hale gelmek ve en önemlisi; futbolu hepimizden kat kat daha iyi bildiğine inandığım teknik heyetin, hiçbirimizin yapmayacağı yanlışları yapması ardı ardına.

Belediye maçına tek ön liberolu ve merkez forvetsiz düzenle çıkıldığında hepimizin en azından bir tesellisi vardı. Hoca takımda bazı şeyleri görüyordu, ligi tanıma aşamasındaydı ufaktan. Olmayacağını da görmüştü artık. İyi bir ders, hatta hayırlı bir kayıp olmuştu. Tekrarı yaşanmazdı nasıl olsa.

Bugün üzücü olan o temel hataları tekrar görmektir benim açımdan. Bir takım aynı sahada aynı maçı 3 kez farklı rakiplerle oynayıp hepsinde kayıp yaşıyorsa artık umut beslenecek ya da iyi tarafından bakılabilecek bir zerre dahi kalmamıştır. Hocaya güvenilmesi taraftarı olan ben ve benim gibilerin dün akşam maç bitimiden itibaren hocayı anlayamamasının başlıca sebepleri vardır. Bunları birkaç maddede toplamak gerekirse:

- Orta saha boşaltılıp forvet alınarak gol atılmaz.
- Barca bile 3 çift yönlü orta saha ile oynarken bizim bu sayıyı zaman zaman teklememizin mantığı yoktur.
- Hocanın oyunculara şut çekmeden gol atılamayacağını ve kale çizgisine kadar verkaç ya da arapası yapabileceğimiz bir maçın günümüz futbolunda hiçbir zaman karşımıza çıkmayacağını anlatması gerekir.
- Kilitlenen oyunu açmak için kanatları iyi kullanmak şarttır, beklerinizden biri Erhan ise bu imkansızdır.
- Kayseri deplasmanında ilk 11 başlayan Onur, geçen maçki kritik hatasına rağmen maçın en iyisi olan Necip, artık belli maçlarda kullanılabilecek Yusuf ve gerek Beşiktaş siftahını yapması, gerekse buzları eritmek açısından Fatih bu maçlarda oynamayacaksa rotasyon denen davadan çakoz ettiğimiz nedir?
- Nobre sakat ve Kartal yedek forvetsizken Fatih'î 18'e almamak ayrıca altı çizilesi bir yanlış değil midir?
- Aynı şekilde Zapo-Ferrari sakat ve takım "yedek stopersizken" iki sahada, iki klübede toplam 4 ön liberodan sadece tekiyle 90 dakikayı bitireceksek eğer, Fink ya da Necip yerine Atınç Nukan daha akılcı bir seçenek olmaz mıydı örneğin? Porto deplasmanında Toraman kırmızıyı gördüğü vakit forvetten birini çıkarıp Zapo'yu almak yerine Aurelio'yu stopere çekerek anlayışından taviz vermeyip hepimizin takdirini kazanan hocamız, dün Aurelio'yu da çıkarırken Toraman veya Ersan sakatlanırsa ne olur diye düşünmedi mi acaba, merak içindeyim.

Bunun yanında Beşiktaş'ın her halini en iyi bilen merci olan taraftara, yani bizlere de birkaç serzenişim olacak. Tribündekine, Forza'dakine, kahvedekine, sokaktakine, sana, bana, ona, herkesedir bu sual ve serzeniş. Kendimize soralım, dürüst cevaplar verelim.

- "Aşığın gözü kör, kulağı sağır" misali iki süper yıldızın esas gedikleri gözardı etmemize yol açmasına daha ne kadar izin vereceğiz? Takımdan gelmiş geçmiş en iyi Beşiktaş gibi bahsetmekten ne zaman vazgeçip işe uyanacağız?
- Her Rüştü-Hakan kıyasında Rüştü'yü tercih eden ve buna göre yorum yazan bir kardeşiniz olarak soruyorum. Dünkü golü Hakan yese verilen tepkinin kaç katıyla karşılaşırdık?
- Nihat her yerden yere vurulduğunda onu savunan, hatta zaman zaman tek ve tük kalan adam olarak soruyorum. Guti yerine o penaltıyı dün Nihat kaçırsa kızılca kıyametin hangi biriyle müşerref olacaktık acaba? Ama Guti kaçırdı, Guti ilah. Yavaş be abi, ilah varsa Beşiktaş'tır.
- Mersin ile oynadığımız kupa maçında o yağmur, çamurda oraya gelen 5 bin kadar taraftar adeta kitabını yazmışlardı işin. Nitekim o maçta da Kasımpaşa'dan çok daha zayıf bir takıma 100 (ya da doksan küsür) dakika gol atamayan bir Beşiktaş vardı sahada. O gün hiç desteğini kesmedi o taraftar. Taraftar olmak tarafında olmaktı çünkü. Porto'yu orada elimizden kaçırdığımız maç akşamı bana "Eyvah, bu maçta Hakan da Nihat da iyi oynadı. Yenilsek günah keçimiz de yoktu." dedirtebilen bir taraftar profili olmaya doğru giden bizlerin, taraftarlık vazifesinden bihaber olan bizlerin topçu vazifesini yapmadığında köpürmeye o kadar da hakkı yoktur kanımca.

Tüm bunların ışığında yine söylüyorum. Beraberliğe üzülüyorsam, sonucaysa bu sitemim namerdim. Dün maç 1-1 olduğunda galibiyet golünü attığımızda kendimi tutup sevinmeyeceğime dair söz verdim. Sevineceğim tek şekil, galibiyet golünün Nihat ile gelmesiydi. Penaltı geldi aslında, ama Guti kaçırdı. Kaçtı diye de üzülmedim, çünkü her fırsatta zembereğini Beşiktaş'a boşaltmaktan haz duyanların o gol sevinciyle çılgına dönmeleri yerine puan kaybından sonra "Sen şampiyon olmasan da", "Neyleyim cebimdeki milyon doları", "Bitmesin dertler s...me kadar" diyen kardeşlerimi etrafımda görmeyi yeğledim. Eyyamcılar iptal ettiği golün korkusundan penaltı çalabilir, ama sonucu Beşiktaş belirler. Ve sonucunu Beşiktaş'ın belirlediği her maç kansere adım adım yaklaştıran bir araçtır. Lakin Beşiktaş'tan gelen kanserli hücre bile ayrı nimettir anlayana. Holosko çıkıp Tabata girerken ben amcamın sıkça tekrar ettiği "kanserden çözüp vereme bağlamak" sözünü hatırlar, acı bir tebessümle, ama yine de tebessümle canım Beşiktaş'ıma selam ederim.

Sayılmayan golle maçın bitiş düdüğü arası sanıyorum 3-4 dakika ve bu kadar kısa sürede bir şizofreni komplekse sokacak kadar gelgitler yaşayan ben, dandik bir doksan dakika 1-1 berabere bitti diye hıncını Beşiktaş'a kusacaklardan değilim. İşler mi be :)

Son olarak temas etmek istediğim nokta bu yazının değil, bu sezonun değil, Beşiktaşlılığın en can alıcı noktalarıdır kanımca.

Ben, ilk yarısını 3-0 galip kapattığımız maçta oğlunu uyutup maç 3-3 bittiğinde soluğu tesislerde alarak Şifo'ya "Ben sabah oğluma ne derim kaptan?" diyen adam tanırım, Beşiktaşlıydı.
Ben Kezman'ın golüyle 1-0 kaybettiğimiz Fenerbahçe maçından sonra günlerce hayattan soyutlanan, sakal tıraşı olması gerektiğini babasının "aczimendi" benzetmesiyle hatırlayan adam tanırım, Beşiktaşlıydı.
Ben Liverpool maçında o malum skordan sonra Çarşı kaşkolunu açan abiyle oturup iki çift laf etmedim, ama nerede görsem tanırım. Beşiktaşlıydı.
Ben Beşiktaş'ın küme düşme adayı olarak gittiği Zonguldak deplasmanını "O günleri gördük ama yine de vazgeçmedik." diye gururla anlatan Beşiktaşlı babamı da iyi tanırım ve derim ki; keşke biz de o günlere yetişebilsek, o acılarla yoğrulabilseydik. Bugün en ufak bir esintide savrulmayacak dirayeti gösterebilmek adına...

Bizim bu yukarıda anlattığım acıları yaşayan insanlardan hiçbir farkımız yok. Ne canımız onlardan daha kıymetli, ne de Beşiktaşlılığımız onlardan daha az olmalı. Aynı şekilde kısmet olursa oğlum ya da kızım olacak eşek sıpası da Kasımpaşa maçı gecesine benzer geceler yaşamalı şerbetli Beşiktaşlı olabilmek adına. "Beşiktaşsın sen bizim canımız" hesabı.

Ne şampiyonluk ne de Avrupa için gerek takıma, gerekse bizlere umut teşkil etmek adına yazılmadı bu satırlar. Yalnızca belki birileri çıkar omuz verir de şu eski Beşiktaşlılığın üzerindeki tozları üfleriz belki. O zaman her şampiyonluktan daha kutlu bir günümüz olacak. Fakat yine de ricamdır, Almanca ya da İspanyolca bilen arkadaşlar şu besteye bir el atsınlar.

"Ne zaman şampiyonluk diye bağırsak, kursağımızda kalıyor
Söylesene bize hoca, takım niye oynamıyor?"

Şu da unutulmasın bitirirken. Adaletsizce dağıtılan ve layık olmaksızın taşınan o formalar milyonlarca Beşiktaşlı çocuğun hayalidir, kahramanlık öyküsü, bitmeyecek türküsüdür.

"Sen benim hazin öyküm, bitmeyen türküm..."

17 Ekim 2010 Pazar

Oluruz Oluruz

Özlemiştim...

Birlikte dışarıda bulunduğum dördü Galatasaray, biri Fenerbahçeli arkadaş grubumu ''Hadi lan maç başlıyor, bize gidelim.'' diyerek sürükledim kendimle. Maça on kala evdeydik şükürler olsun, maça beş kala da formam üzerimdeydi.

Çocukluğumda santraya on dakika kala radyoyla verdiğim savaş geldi aklıma. Maçı veren bir kanalı bulabilme heyecanıyla frekanslar arasında gezinirken, tribün efekti ve o bilindik aksanı birarada duyduğum vakit radyo da ben de rahatlıyor olurduk. Nostaljiyi, daha az imkanla daha bol huzuru hatırladım, gülümsedim. Sonra yine radyo başında hayal ettim kendimi. Spiker ''Fi-Yapı İnönü Stadı'ndan mutlu akşamlar.'' diyecekti. Uyandım, içim acıyordu çünkü.

Milli maç arası Beşiktaş'a acıktırmıştı, ancak bu maçın rahat geçileceğini düşünenlerden değildim ben de. Beklediğim gibi de oldu maalesef. ''Ben demiştim'' tavırlarında değilim, yanlış anlaşılmasın. İnönü'de Manisaspor ile oynarken mağlubiyeti aklından geçiren adamın aklından şüphe edilir, en azından maç bitene dek.

Kadro her ne kadar beklediğim gibi ise de, içimde 4-3-3'ü bozmayıp ileri ucu Yusuf-Bobo-Nihat yapacağımıza dair bir umut vardı, olmadı. Peki çıkan kadro kötü müydü? Asla. Fakat Beşiktaş'ın mecburiyetten 4-4-2 veya modifiye edilmiş hallerine döndüğü maçlarda öne atılan Beşiktaş bugün çift forvetle sahada yaklaşımı da en az Şeref Bey Stadı'nın önüne gelen Fi-Yapı kadar eğreti bence. Zira bu hataya düşen spor yorumcularının, 4-3-3'ün total futbol akımı olarak 4-4-2'den çok daha ofansif bir sistem olduğunu bilmeleri lazım. Biz taraftarız, yorumcu olan onlar nitekim.

Aklımda hep Fenerbahçe derbisinde attığı golle kalacak olan Fink'i 11'de görmek, eski bir dostu birden karşımda görmüş kadar şaşkınlıkla karışık sevinç yarattı bende. En azından orta saha direnci bakımından birşey kaybetmeyecekti takım. Direnç tamamdı, peki ya yaratıcılık? (Ki direncin de tam olmadığı ilerleyen bölümde ortaya çıktı.

Elinizde Tabata gibi ''kazı-kazan'', Vedat Baba'nın tabiriyle et mi balık mı belli olmayan bir oyuncu varsa takımın organizasyonunu, o günkü performasını önceden kestirebilmek mümkün değil. Guti, Sergen, Alex gibi oyuncular sahada olduğunda duyulan güven ve özellikle de o futbolcunun belli bir standardı her maçta, hatta sahada olduğu her dakikada yakalayabileceği izlenimi Tabata için oluşmuyor ne yazık ki. Bugün kötüydü ve takım organize olamadı. Yarın çok iyi olur, o zaman takım da coşar. Tabata'nın Beşiktaş kalibresinin altında olduğunu ben an itibarı ile söylerken sizlerden ricam, Tabata'nın iyi oynadığı bir maç sonrası ''Hadi şimdi de konuşun'' tarzı yorumlarla karşılaşmamak...

Aynı istikrarsızlığı Hakan için de sorun olarak göstermek fevkalade mümkün. Bir kalecinin akılda kalan iki maçı arasında dağlar kadar fark varsa, göstereceği performans günlük ivmeye bağlıysa Beşiktaş gibi bir takım için pek tekin bir alternatif değildir kanımca. Tabi ki tüm bunlar kapasitesinin en üst sınırlarını zorlayan insanları yuhlama hakkını bize vermez.

Avrupalıların ''fundamental'' dedikleri bu "temel bilgi kavramı" eksikliği, konu Necip ise eğer, gencecik yaşta kocaman bir artıya dönüşebiliyor. Her ne kadar yenilen ilk golün başlangıcında attığı savruk pasla tabelada 0-1 yazmasının baş aktörü olsa da, özellikle Guti ve Quaresma'nın yokluğunda izlenesi işler yapan belki de tek adamdı diyebiliriz. Tabi bu izlenesiliğin altında Necip'in Beşiktaş ocağında yetişmiş olması da yatıyor kuşkusuz. Futbolu saha içinde yaşayarak hisseden herkesin, televizyon başında izleyen gözlerden daha farklı yorumlayabileceğine inanan ben, sahadaki futbolcular arası bir kıyaslama yaptığımda oyun bilgisiyle Necip'i bu listenin başına yazarım. Kendisinin iki katı ebatında gözüken Makakula'dan fiziksel mücadele ile çaldığı top Necip'in futbol zekası ve pozisyon bilgisinin bir göstergesi olmalı.

Beşiktaş'ın puan kayıplarının en başta gelen sebebi bana göre hala deneme ve birşeyleri oturtma sürecinde bir takım olması. Bugün Fink'li ortasahanın Schuster'in Fink'e soğuk bakmakla haklı çıktığını gösterdiği bir gündü, keza gol bölgesinde özellikle son vuruşlardaki sıkıntılar, Schuster'in işaret ettiği golcü tipini hatırlattı bana. Eğer yol uzunsa, menzil uzağa konulmuşsa uçanı kaçanı vuracak bir keskin nişancı bu takımın birinci dereceden çok bilinenli denklemine çözüm olacaktır derim. Tüm bunların ışığında takımın geleceği ve sahada ortaya koyduklarından, İnönü'de 3 yediğimiz bir akşamda umutlu olmak, hafif delilik gözükse de sevindirici benim açımdan.

Buna mukabil, takımın aşması gereken sıkıntılar da azımsanmayacak kadar fazla aslında. Hatırlayanlar olacaktır, Büyükşehir Belediye maçında ortaya çıkan handikabın o maçta kaybedilen üç puandan çok, Beşiktaş'ın karşısına bundan sonra çıkacak Anadolu takımları için bir şifre, bir formül teşkil ettiğini söylemiştik. Ne yazık ki yanılmadığımızı gördük bu gece. Ancak inancım sezon sonunda da yanılmayacağımız yönünde. Bunun için zamana ve hocanın ligimizi ve koşulları öğrenmesi için sabra ihtiyaç var.

Bu sabrın, bilindik Beşiktaş taraftarının ufaktan geri dönüş sinyalleri verdiğini görmek mağlubiyetin üzüntüsünden daha büyük bir sevince doğru yöneltti beni. Hakan'a gelen ıslıkların kapalı tarafından bastırılması, gol yediğimizde dahi kimsenin istifini bozmadan bağırması, taraftarın özlediği şeyin mücadele olduğunu hatırlaması, maç sonu takımla kucaklaşması bizim için gelenektir. 3-1 geride söylenen Gündoğdu -belki taktın be hocam diyeceksiniz ama- benim için efsanedir. Tek serzenişim, "Aldırma Kartal" biraz erken bir ümit kesme izlenimi uyandırdı sanki. 3-2'yi yakaladığımızda gelen "Kartal Gol Gol Gol" ise bir çeşit "Eyvah yanlış yapmışız" reaksiyonuydu.

Gecenin benim açımdan en önemli olayı, Manisa on kişi kaldığı an durum 3-1 ve dk. 81 iken, 5 arkadaşımdan dördünün -ki hiçbiri Beşiktaşlı değil, tekrar belirteyim- "Beşiktaş bu maçı alır" demeleriydi. Ben uzun zamandır, son on dakikasına berabere girdiğimiz maçta bile "Beşiktaş bu maçı alır." dedirten bir Beşiktaş görmemiştim, özlemi layıkıyla gidermeme yeten de buydu. Maçı almamız yine sürpriz olmazdı, ortaya son vuruş beceriksizliği girmese eğer. Son 5 dakikada 5 gollük pozisyon yakalayan bir takım, mücadelesi ve akıttığı terle övgüyü olmasa bile takdiri hakeder.

* Endişe: Yukarı ile makasın giderek açılması, tek cümleyle.
* Şok: 6 maçta 18 puan beklenen periyodun henüz ilk haftasında tökezlemek.

Bunların dışında Beşiktaş yine bildiğimiz gibi. Futbolu, mücadelesi, seyir zevki ve güvenilirliği ile bu ligi sürklase edecek kaliteye rahatlıkla sahip Beşiktaş. Sadece kısa vadede kredimiz kalmadı, bu da kimbilir, belki takımı olumlu etkileyecektir.

Son olarak isteğimiz, Schuster'in artık kırıntı diyebileceğimiz son inat zerreciklerini de bir kenara atıp İnönü'ye puan almak için çıkan (tabi ki böyle çıkacaklar, biliyorum) Anadolu takımlarına da, kendisini esnerken çeken muhabirlere yaptığını yapması olacaktır, Beşiktaş'a oynattığı futbolla.

Endoplazmik retikulumlarımıza kadar işlemişsin Beşiktaş. Bir daha bu kadar uzun etme arayı, olur mu? Bu kadar özleme rağmen şayet Lig Tv doğru rakam vermiş ya da ben yanlış anlamamışsam 15 bin civarı taraftar az değil mi diyeceksiniz... Kimbilir, belki de taraftar dokundurmuştur inceden. ''Biz Şeref Bey beklerken siz Fi-Yapı dediniz. Biraz da siz bekleyin, çok da fi-fi."

Sabahı sabah ettik, Ayhan abinin dediği üzere Beşiktaş'ın yenildiği gece hastalanmış çocuk gibi başında bekleyerek. Ama artık bir an önce vites yükseltsek iyi olacak. Sami Yen görünene kadar tam gaz ileri, orada da bi Yıldız-Taksim hattı çekeriz artık.

Herşeyi geçtim de, mabette 3 yediğimiz gecenin sabahında, şampiyon olacağımızı bilerek kafayı yastığa koymak gibisi yok.

Sanırım hepimizin biraz Büyük Mustafa olmaya ihtiyacı var bu aralar.

-Hocam Beşiktaş'ın şampiyonluk şansı nedir?
-Oluruz (eşliğinde en sıcak gülümseme)

Eyvallah...

9 Ekim 2010 Cumartesi

Türk'ün Ateşle İmtihanı

Guus Hiddink'i nasıl bilirdiniz?

Bana göre dünyanın en iyi teknik adamlarındandır Jose ve Capello ile birlikte.

Bunu bugün, bu saatlerde, 3-0 kaybedilen bir maçınm ertesinde dile getiriyorsam, bu skor karalamacılığı yapmadığımı gösterir.

Guus Baba'nın yüzlerce başarısı vardır. Işık görülemeyen takımlarda meşale yakmışlığı vardır. Özellikle milli takımlar düzeyinde -ki milli takım teknik direktörlüğü ayrı bir olgudur- dünyada ders olarak okutulabilecek bir künyesi vardır. Özellikle 2002 Dünya Kupası'nda yarattığı Güney Kore Milli Takımı hala her futbolseverin aklında olsa gerek. İmkansızlıklar içinde küllerinden doğmayı seven Hiddink'e bizim takım fazla gelmiş olacak ki, kendi kısıtlamak istedi belki de, kimbilir...

Dediğimiz gibi, Guus Baba'nın yüzlerce başarısı vardır, fakat en aklımda kalanı Chelsea'nin başında vekaleten bulunduğu dönemde Barca ile oynadıkları yarı final maçlarında takımına oynattığı ''rakibe göre futbol'' anlayışıdır. Inıesta'nın son dakika gazabına uğramasalar Hiddink bir mucizeye daha imza atacaktı. Chelsea gibi bir takımın başındayken dahi bir mucize yaratma durumu da ayrı bir mucize ya, neyse...

O gün bu savunma anlayışına total futbol cevabı vermişti. ''Alma futbolun ahını, çıkar Iniesta Iniesta'' diyerek Nou Camp'a giden final bileti, aslında Jose Reis'e bir yıl sonrası için Barca'yı nasıl alt edebileceği konusunda sağlam bir fikir de verdi. Nitekim yıldızların yıldız olmaktan uzak olduğu -örneğin Eto'o'nun sağbekten top çıkardığı- bir sistemde Jose, Hiddink'in ramak dediğimiz farkla kaçırdığı başarıyı yakaladı ve teknik direktörlük mesleğinin yeni kralıyım dedi yedi düvele. Daha önce büyüktü, efsaneliği ise Guus abisinin kafasında yaktığı ampule borçludur bi nebze.

O Guus Hiddink Türk Milli Takımı'nın hocası olduğunda, bir milli takım için yapılabilecek en iyi seçimi yaptığımızı düşünmüş ve yıllardır uzak olduğum milli takım sempatizanlığını yeniden yakalamak adına umutlanmıştım. Nitekim ABD'deki hazırlık maçları da düşüncemi destekler nitelikteydi velakin; o zaman için Hiddink'e takımı tanıması için gösterdiğimiz tolerans resmi maçların başlaması dolayısıyla yerini beklentiye bırakmıştı artık.

İlk iki maç da aslında bu hazırlık döneminin devamı niteliğinde geçti rakiplerin zayıflığına istinaden. Kazak Milli Takımı'nın dahi zaman zaman bariz üstünlük kurduğu bir maçı bireysel yetenekle kazanıp Belçika maçında ciddi S.O.S verdik. Ancak tüm bunlar olumlu olamayacağı gibi olumsuz bir ölçü de değildi benim için. Kayıp verilmemesi gereken iki maçı gerektiği gibi atlatmıştık. Futbol olaraksa herkesin kafasındaki sınama maçı şüphesiz ki Almanya maçıydı.

Almanya gibi bir disiplin abidesiyle, üstelik deplasmanda oynuyorsanız, ve hocanız sistem profesörü Hiddink ise Türk bir futbolsever olarak dengeli bir takım beklemek, maç öncesi yapılabilecek en akıllı hareketti. 4-2-3-1 sistemi Arda'nın yokluğuyla büyük yara alacak olsa da kanat forvetlerden birinin Sercan olduğu ve orta sahayı kalabalık tutan bir milli takım, ayağa pas ihtiyacı ve Sercan merkezli kontralar düşünüldüğünde -yine de- umut vermekteydi. Keza bana göre rakibin Schweinsteiger eksikliği ve Khedira'lı orta sahasına iyi bir cevap olabilirdi.

Bilgisayarla vedalaşıp televizyonun başına geçebildiğimde maçın 5. dakikası falandı. Adetimdir maçtan önce çıkacak kadroyu bilmemek. Sistemi ve dizilişi maç içerisinde çözmeyi severim. Dün çözemedim, kendime kızdım. Sonra anladım ki kızılması gereken ben değilmişim.

Hiddink Türk basınını çok takip ediyor olsa gerek, Schuster'in önüne atmak istedi kendini gazete manşetlerinde sanırım. ''Sen Kadıköy'de Deli İbo'yu sağbeke koyarsan ben de Berlin'de Sabri'den solbek yaparım.'' düşüncesi hasıl olsa gerek Sabri'nin mevkisi konusunda. Maicon-Dani Alves ikilisine sahip olmasına rağmen ikisini birden oynatma derdine düşmeyerek birinin yedek kalması gerekliliğini çakoz eden Brezilya Milli Takımı'na saygılar sunmaya kalmadı, top Alman savunmasının soluna geldiğinde Ercan Taner ''Özer'in presi''nden bahsetti. Hadi canım, o kadar da değil...

Aurelio-Nuri-Emre üçlüsüyle daha bir 4-5-1'i andıran diziliş, Aurelio'nun sakatlanmasıyla Selçuk-Necip ikilisinden biriyle kaldığı yerden devam edebilirdi ama Tuncay tercihiyle şimdi 4-2-3-1 olmuştuk. Kime karşı? Bu sistemi dünyada -ofansta ve defansta- en iyi uygulayan takıma karşı. Peki onlar bu sistemde en iyiyken, bizim bocalamamızı sağlayan neydi? Yani aynı sistemi uygulayan iki takım arasında farkı yaratan neydi? Bana sorarsanız forvetin arkasındaki üçlü...

Defansı ve ön liberolarıyla Ömer Erdoğan'a rağmen bizden hiçbir artısı olmayan Almanya'nın taktik tahtasındaki Podolski-Mesut-Müller hattıyla aynı işi yapmasını beklediğimiz üçlü, Hamit-Tuncay-Özer olmuştu. Bu dizilişle ancak, nasıl çıkarsak çıkalım kazanacağımız bir maçı kazandırabilirdi bize bu üçlü. Vardır Guus'un bildiği diyebilmek isterdim ancak, bildiğiyle ters düştüğünü gördüm yaşlı kurdun. Gözlerim Mustafa Hoca'yı aradı kenarda. Kanat oyuncularının içeri doğru katetmesine imkan sağlamak için ters kanada monte etme gibi bir sistemle Beşiktaş'ı çifte kupa şampiyonluğuna taşımış Büyük Mustafa bile bu kadarını yapamazdı. 4-3-3'ün mucidi Hollanda futbolunun bağrından kopup gelmiş Hiddink ise fevkalade bir sağ iç olabilecek Hamit'i sol kenarda, aynı ayarda bir sol iç olabilecek Nuri'yi ön liberoda kullanmayı, ilerideki organizasyonu ise ''uzun boylu olmakla duvar santrafor olunmaz.'' sözünün ispati Halil, futbol hayatının en bitik günlerini yaşayan Tuncay ve çıplak gözle kaç maçını izlediğini merak ettiğim Özer'e bırakmıştı. Arda'nın yokluğundan dolayı Tuncay hamlesini bir nebze anlayabilsem de bence ileri uç için doğru üçlü Mevlüt-Semih-Sercan, ya da benzeri bir kombinasyondu.

Dün akşamki maç Hiddink'in büyük hoca olduğu gerçeğini değiştirmedi bende, ancak dokunun tutup tutmayacağıyla ilgili ciddi soru işaretleri bıraktı. Beşiktaş'ta Tayfur'dan beklediğimiz uyandırma sistemini milli takım için yapacak bir hayırsever çıkmazsa 2012 de tarafsız izleyeceğimiz bir turnuva olacak sanki. Oğuz Çetin'i saymıyorum bile, çünkü dünkü kadronun daha çok onun eseri olduğu fikrindeyim. Futbolun takım oyunu olmasından mütevellit futbol klişelerinin uzağında olmak isterim hep, lakin Volkan, Ömer, Halil, hatta zaman zaman Emre ısrarından soyutlanmış bir milli takım diliyorum bundan sonrası için. Mesut'u ıslıklayan Türk seyircisine de ufak bir not düşmek gerekirse, kendilerini verdikleri enternasyonel milliyetçilik dersinden dolayı kutluyorum (!)

Buraya kadar tarafsız gitti yazı gidebildiğince. Ama ben hayatta hiç tarafsız olmadım, hep Beşiktaş'ın tarafından baktım. Yazının finali de milli maçın analizini Beşiktaş penceresinden yapmaya çalıştığım, Forza'da dün gecenin sıcaklığıyla paylaştığım siyah beyaz kıssalardan oluşsun sizce de mahsuru yoksa.

Kimse bana bu yazımdan dolayı milliyetçilik mavraları falan okumasın arkadaş...

-Sabri şu memlekette solbek pozisyonunda en kötü solbekten daha kötü solbektir. Buna karşılık Türkiye'nin en formda ve dönüşümlü olarak en fazla forma şansı bulan solbekleri (İsmail'i form durumu olarak ayrı tutsak da) İbrahim ve İsmail kadroda yoklar. Müller'in kaç kez geldiğini bir yere kadar sayabildim, sonra bıraktım.

-Sırf 'şampiyon takımın kaptanı milli formayı giysin' diye milli takıma alınan Ömer Erdoğan'ın ikinci baharının Bursaspor'la sınırlı kaldığını gördük, geçmiş olsun. Toraman'ın ölüsü bin tane Ömer, 500 tane Servet ederken bu defansla çıkarsan Berlin'de herşey müstehak. Hatırlatmak isterim; 15 yıl Beşiktaş forması giyip kaptanlığını yapmış olan Samet Aybaba'ya milli olma onuru bir kez dahi, sembolik olarak dahi yaşatılmamıştır. Ömer Erdoğan? Geçiniz...

-Hiddink Özer'in kaç maçını izledi de Almanya gibi bir deplasman maçında ilk 11'de başlattı? Bugün Özer yerine Nihat aynı futbolu oynasa ''Takımında şans bulamayan adam milli takımda nasıl elini kolunu sallayarak şans buluyor?'' diyecek olan basın bu konuda ne diyecek?

-Türk Milli Takımı'nı desteklemeye giden taraftarlar... Yıllar boyunca elinize geçebilen ve geçebilecek sınırlı fırsatlardan birini yakalamış, milli takıma olan hasretinizi gideriyorsunuz. Hasretle haseti niye birbirinden ayırmıyorsunuz? Barnebau'ya Madrid formasıyla ayak basabilecek daha kaç Türk asıllı futbolcu göreceksiniz ki Mesut'u yuhluyorsunuz? Türk Milli Takımı'nı seçip de Emre'nin, Arda'nın arkasında yedek oturur muyum diye mi düşünseydi o kalibrede bir adam? Adam futboluyla verdi cevabını. Hayırlı olsun, helal olsun.

-Volkan dallamasının yediği üçüncü golü (önce hatalı degaj, sonra bacak arası) Hakan ya da Cenk yese bugün vatan hainiydi, farkındayız.

Sözün özü, bu zihniyet devam ettikçe milli maçlar benim için haftasonu Beşiktaş maçı izlememi engelleyen bir parazitten öteye geçmeyecektir. İnsanları milli takımlarından soğutan düzenin dümeninde oturanlara selam eder, Almanya'nın siyah şort-beyaz forma kombinasyonuna sevgiler sunarız.

Benim milli takımım da Beşiktaş arkadaş.

Hadi hayırlı işler.

Guus Baba'ya selam, Bakü'ye devam.

4 Ekim 2010 Pazartesi

Güneşin Zaptı Yakın!

İnsan kendi başınayken ve kendi monoton dünyasında dahi sorunlarla cebelleşirken yaşantısında meydana gelen birtakım değişikliklere uyum sağlayabilinceye dek, bir değişim ya da uyum sürecinin içinde bulur kendini. Muhatabı olduğumuz ferdi değişimler bile adaptasyon için belli bir süreç gerektirirken, futbol gibi kollektif bir takım oyununda bu değişimin hemen olup bitivermesini beklemek en yumuşak tabirle hayalciliktir.

Belki de Bursa'nın sürpriz şampiyonluğundan sonra üç büyüklerin takkeyi önüne koyup düşünmesindendir; bilinmez, futbolumuzda bir değişim sürecinin başladığı apaçıktır. Özellikle büyük takımlar yıllar yılı sürdürdükleri hegamonyayı artık sürdüremeyebileceklerini düşünmüş olacaklar ki, idareten alınan önlemlerden daha 'köklü' revizyonlara giriştiler. Bu revizyondan nasibini en keskin biçimde alan takım ise hiç şüphesiz Beşiktaş'tı. Öyle ki bu takım, sezon başından itibaren hepimize Schuster'in Beşiktaş'ı dedirtti.

Tabi ki Beşiktaş'ın bu kabuk değiştirişinde kalburüstü oyuncu kadrosunun da payı büyüktü. Ancak özellikle ayağa pasa dayalı oyun ve önde kurulan defans anlayışı ülkemiz için görülmüş şey değildi. Garipsediğimiz bu durum, her puan kaybından sonra ülkemiz ulemaları için on numara eleştirel malzeme olup çıkıverdi. Oysa aynı takım ulemanın bizi eleştirirken örnek gösterdiği Barca, United gibi örnekler tam olarak bu felsefe ile yıllar yılı tutunmuşlardı devler sahnesinde.

Yıllar sonra ilk defa bir Kadıköy deplasmanında 70 dakika rakibini mahkum eden, rakibinin iki katı pas ve topla oynama yüzdesiyle oynayan bir Beşiktaş, bahsettiklerimizin istatistiğe dökülmüş haliydi. Aynı şekilde Viyana deplasmanındaki Beşiktaş da yıllar sonra Vikingur gibi antrenman takımlarını saymazsak, Avrupa'da güven verdi taraftarına. Esas güzel olan, rotasyondan hangi oyuncu nasibini alırsa alsın yerine oynayanın aynı vazifeyi yapabilmesiydi. Hatta zaman zaman Fabian'ın Gutileşmesi, Deli İbo'nun sağbek oynaması bu örneklemenin en ekstra hadiseleriydi.

Schuster'in Beşiktaş'ı, yorgunluk, biraz becer eksikliği ve tutukluk, biraz şanssızlık ve skora direk etki eden hakem hatalarıyla dün Trabzon deplasmanında kaybettikten saatler sonra yazılan bu satırlarda verilmek istenen bir mesaj varsa o da şudur: Değişim bile sancılı ve sabırlı bekleyişler gerektirirken, Schuster'in Beşiktaş'ta yapmaya çalıştığı devrim, sancı ve sabırdan daha fazlasına borçlu çıkartır Beşiktaş taraftarını. Dünkü yenilgi de dahil olmak üzere bir an bile umutsuzluğa sevk etmedi bizi bu takım. 2-0 geride ve son dakikadayken depar atan bir takımımız, vakit geçirmek için sahaya giren martıyı bile dışarı atıp uçanı kaçanı affetmeyeceği mesajını veren bir yıldızımız, hocamız, sistemimiz herşey müsait. Tek gereken şey, temeli atılan bu bina için hazırlanacak zemin. Bu zeminin adı biraz sabır, biraz tahammül. Kuvvetle muhtemel sonumuzun adı ise zafer.

Herkes, en azından her kartal müsterih olsun hocam.

Güzel günler göreceğiz, güneşli günler...

28 Ağustos 2010 Cumartesi

Bu taktik bize 'ofsayt'

Aslında Belediye maçından beri düşünüyorum bu konu hakkında fakat Helsinki maçında da iyice ayyuka çıktı vaziyet, yazmakta beklemekle iyi etmişiz kısaca.

İlk uyarı Plzen maçında geldi aslında. Hakan'a borçlu olduğumuz 1-1'lik skorun ardından ihaleyi tek ön liberolu sisteme ve garibim Fabian'a bırakmıştık. Keza daha sonraki Belediye yenilgisinde de orta sahayı teslim ettiğimiz için başarısız olduğumuzu söyledik, ki bu etkenlerden biriydi, evet. Fakat bu maçta ortada olan bir şey daha vardı ki Beşiktaş, sanki antrenmanda dar alanda çift kale yapıyormuşcasına oynuyordu. Arkaya atılan uzun toplara çareyi de ofsayt taktiğinde bulmuştu.

Hadi diyelim o gün de orta sahasız Beşiktaş'tan başladık şikayetlere. Haksız mıydık? Hayır. Fakat eksiktik...

Helsinki gücü belli, ilk maçta aldığı 2-0'lık yenilgi ile de zaten turu vermiş gibi çıktı karşımıza. Nitekim Quaresma'nın erken gelen golü de var olan umut kırıntılarını dahi yok etmeye yetti. Nitekim maçı izlemeyip sadece skora bakanlar 4-0'ı görünce oyunu Beşiktaş'ın sürklase ettiğini düşünürler, doğaldır. Fakat atalarımızın bu gibi durumlar için söylemiş olduğu güzel de bir söz vardır; ''Kazın ayağı öyle değil.''

Zira 4-0 kazanılan bir Avrupa maçının akabinde maçın yıldızı Kaleci Cenk ise, orada bir tezat, hatta tezattan da öte sıkıntı var demektir. Bu sıkıntının sebebi, Beşiktaş'ın önde kurduğu defansının ofsayt taktiğinde organize olamadığı için başımıza iş açmaktadır. İşin ilginç tarafı Zapo'yu takımda tutup Ferrari gibi bir stoperi ıskartaya çeken de bu sistemin ta kendisidir. Şu hal, defansa acil tarafından bir Toraman, bir de Sivok gerektirir.

Not: Bu arada Karabük maç kafilesinde Ferrari'nin olmadığını öğrenince depreşti bu orta sahaya yakın defans kurgusuna olan alerjim. Takımın en üst düzey stoperini kullanamadığın kurgu, senin takımına uygun kurgu değildir.

Ve bir futbol belgeselinde izleyip de söyleyeninin adını unuttuğum bir söz var ki; ''Ofsayt taktiği futbolun hızına ayak uyduramayanların sığındığı bir futbol düşmanlığıdır.''

24 Ağustos 2010 Salı

Merhabalar

Vedat Okyar feyzi ile geçen çocukluğumuzun ardından, güzel adama özenip önce rakı balığa, sonra Beşiktaş'ı anlatmaya meyledeli beri, sürekli yazıp çizesim vardır.

Gözümüzü açtığımız yer olan Forza'da ilk başlarda yazmaya çekinen tıfıl çocuk şimdi insanlar tarafından usta kalem olarak nitelendiriliyorsa bu kuşkusuz benim değil, zamanını, duygusunu bana ayıranların eseridir. Nitekim blog aleminde boy göstermemiz için insanlardan çok istek vardı. Bir kez blog da açtım ama orada yalnız başıma, sadece benim yazdıklarıma insanları mahkum eden bir sayfa yerine böylesi bir dost sohbeti, mahalle muhabbeti daha tatlı geldi bana.

Son yazımda bir cümle vardı, Beşiktaş'ın herşeye kâdir oluşuyla ilgili. BayKerahet kardeşimin yazımızı beğenmesiyle başlayan kontağımız, kendimi sizlerin arasında bulmamla noktalandı, şimdilik.

Velhasıl bizim satırlar okuyanda ne iz bırakır bilinmez, şimdilik yalnızca ben geldim :)

Selamlar olsun.